POSTA KUTUSUNDAN



NEDİM KİMDEN KAÇIYOR?

Mustafa UÇURUM

Tacettin Şimşek’in mizahî hikâyelerini Açıkkara dergisinde okuyoruz. Derginin ruhuna uygun, okuyanları güldüren, düşündüren, keyiflendiren hikâyelere imza atıyor Şimşek. Sadece hikâye değil, Tayyib Atmaca ile deyişmeleri de dergi okurları tarafından ilgiyle takip ediliyor.

“Nedim Kimden Kaçıyor?” içinde yirmi mizahî hikâyenin yer aldığı bir kitap. Tacettin Şimşek’i tanıyorsanız, hikâyenin kahramanları arasında onun varlığını da rahatlıkla hissedebilirsiniz. Hikâyelerin ütopik, fantastik, alengirli tarafları yok. Bildiğiniz hayatın içinden hikâyeler. Size tebessüm ettiren, tanıdık gelen, yaşadığınız ya da şahit olduğunuz olaylar silsilesinin güldüren yanlarını size bir buket şeklinde sunan sıcak hikâyeler.

Yazar kitabına uzaktan bakmıyor. Olayların tam içinde yer alıyor. Bu yüzden de sizi hemen kuşatıyor anlatılanlar. Ben de böyle bir şey yaşamıştım deyip içinize eski zamanların siyah beyaz görüntüsü gelip yerleşiyor. Mizahın zaten farkında olma gibi bir özelliği vardır. Herkesin yaşayıp gittiği bir hayat var. Mizah yazarı, olayların kendinde kalan ve mizaha yatkın yönlerini biraz da cilalayarak okuyucuya sunar. Şimşek de hayatın içinden konuşarak, olaylara içten dokunuşlar yaparak olup biteni kendi mizah rengine boyuyor.

Kitabın ilk hikâyesindeki “Eli Makaslı Müdürler”de anlatılanlara 40’lı, 50’li yaşlardaki herkes şahit olmuştur. Hatta bizzat makaslı müdürün gazabına uğrayanlar da vardır. Şimşek, eli makaslı müdürlerin, saçların arasında yaptığı tren yolunu anlattıktan sonra kendi düşüncesini de sıkıştırıyor hikâyenin içine. Hem de büyük bir keyifle. Yazarın bu dokunuşları olayları bir hikâye ve mizah havasına büründürüyor.

Bütün Memurlar Şef Olmalı, Emniyet Kemeri Vakası, Komşusavar gibi hikâyelerde anlatılanlar da birçoğumuzun yaşadığı ya da şahit olduğu olaylardan kurulu hikâyeler.

Bazı hikâyelerde Tacettin Şimşek, kendi kimliğini gizlemiyor. İsimler farklı olsa da biliyoruz ki olayın bir yerinde yazar bize el sallıyor. Yazım Takıntısı, En Çok Kim Horlar, Aday Kayıp, Ben Bu Adı Neyleyim’de anlatılanlarda karşımıza; şair, edebiyatçı, dilci, akademisyen kimliğinde çıkan kahramanların kimliği konusunda tahminde bulunabiliyoruz.

Kitapta Bir Tokat esintisi de yakalamak elbette beni ziyadesiyle mutlu etti. Ballıca Mağarası’na doğru yapılan bir yolculuk hikâyesinde memleket havasını da bol bol almış olduk.

“Sessiz Gemi İşte O Gün Yazıldı”, bilinen bir aşk hikâyesinin Tacettin Şimşek zaviyesinden elbette nükteli bir anlatımı. Kahramanlar tahmin edeceğiniz üzere; Nazım Hikmet, annesi ve Yahya Kemal. Tüm bunların yanında yaşanan son sahne; ağır ağır giden bir gemi ve geride kalan büyük şairin Türk Edebiyatı’na armağan ettiği muhteşem Sessiz Gemi şiiri.

Kitaba adını veren “Nedim Kimden Kaçıyor?” hikâyesi de bilinen bir olayın yine mizahî anlatımını sunuyor bize. Nedim’in damdan dama atlarken ölümü, tarihi bir gerçeklik olarak yerini alan bir olay. Bir şairi damdan dama atlatan olayın gizemli sırrı da Tacettin Şimşek’in kitabında okurları bekliyor.

Ders kitaplarında Tacettin Şimşek yazılarıyla karşılaşınca büyük bir keyifle paylaşıyordum yazılarını öğrencilerle. Hatta, “Bu yazının sahibi benim arkadaşım.” cümlesini de iliştiriyordum söz arasına. Şimdi de mizahî hikâyeleri ile hayatın gözden kaçan yanlarını okuyup yazara tebessümlü bir selam göndereceğiz. Dostluk gibi samimi ve içten…

Tacettin Şimşek – Nedim Kimden Kaçıyor?- Açıkkara / Hikâye- 2022



KEŞKE TOPRAK OLSAYDIM

Mustafa UÇURUM

“Keşke toprak olsaydım.” Ne güzel, derin, sarsıcı, çaresizliği haykıran bir söyleyiş, yakarış. Boyun eğri, yürek daralmış ve dudaktan dökülen bir söz; “Keşke toprak olsaydım.”

“Kuşkusuz biz insanın önceden yapıp ettiklerini karşısında göreceği ve inkârcının, ‘Keşke toprak olsaydım!’ diyerek dövüneceği gün gerçekleşecek olan yakın bir azaba karşı sizi uyardık.” ( Nebe Suresi- 40. Ayet)

Mehmet Kurtoğlu’nun Çıra Edebiyat’tan çıkan “Keşke Toprak Olsaydım” isimli şiir kitabının daha isminden başlayan bir sarsıcı yanı olduğu muhakkak. Sizi nasıl şiirlerin beklediğini anlıyorsunuz bu sözü görünce. Sayfaları çevirdikçe de anlaşılıyor sözlerin derinliği ve hikmeti.

Biyografisi kadar yayınlanmış eseri olan bir isim Mehmet Kurtoğlu. Kaleminin kıvraklığı o kadar kavi ki sıradan şeylere dönmüyor cümleleri. Araştırma, biyografi, deneme, roman, gezi, inceleme, seçki… Yeter mi? Yetmez. Bir de şiir var. Onun şairane duruşunu pekiştiren ve cümlelerindeki kıvraklığı ona bir imkân olarak sunan şairliği var Kurtoğlu’nun.

Keşke Toprak Olsaydım, hikmetli sözler geçidi sunuyor zihinlerimize. Şiirlerin yazıldığı şehir genelde Urfa. Yani Kurtoğlu’nun memleketi. Şehrini anlatmayı, şehrine olan vefa borcunu cümleleriyle ödeyen bir vefalı yürek o. Daha sonra Ankara şiirleri geliyor. Uğradığı şehirlerden de şiirler toplayan bir şair o. Gaziantep, İstanbul, Kırım içine şiirler düşüren şehirleri. Bunun yanında yüreğinin sesiyle selamladığı şehirler de şiirlerde nefes alıp veriyor.

“Mekke’de Bilal satılır Medine’de Selman
Kudüs, Şam, Mısır ve İsfahan
Bağlanır köle zinciriyle birbirine” (s.94)

“Kudüs mahzun Bağdat bombalanıyor
Çeçenya sürgün Afgan öldürülüyor” (s. 66)

“Yıkılıyor evleri başlarına
Sabra, Şatilla, Ramallah, Hayfa’da” (s.66)

“Siz hiç Endülüs ve Bosna’yı gördünüz mü?
Ben gördüm.
Kucak kucağa yatıyorlardı. (s.41)

Görüldüğü üzere Kurtoğlu, şehirlere bir ümmet bilinciyle bakıyor. Mazlumun yanında durduğunu şiirlerinde sık sık vurguluyor.

Sözün gücüne ve hikmetine inanan bir şair var karşımızda. Şiirinin içi dolu olsun istiyor. Durduğu yeri işaret ediyor bu yüzden. Bunu yaparken kuru bir epik duruş ya da didaktik bir tepeden bakma üslubu kullanmıyor. Kendini de dünyanın bir parçası olarak gören bir içtenlikle sesleniyor dünyaya.

“Yüzüm Avrupalı
Kanım Asyalı bir savaşçı
Nereye ait olduğumu dilim belirler
Neye iman ettiğimi ibadetlerim” (s. 120)

Yelpazesi geniş bir kitap Keşke Toprak Olsaydım. 1992’den de şiirler var 2020’den de. Değişmeyen tek şey, şairin duyarlılıkları. Sağlam duruşunu aradan geçen yıllar daha da sağlamlaştırmış. Sözünün özü daima dik bir duruş hemen hissediliyor.

Mehmet Kurtoğlu, birikimlerini şiirlerinde de kullanıyor. Bu da bizlere tarifsiz bir zaman şeridi sunuyor. Şehirlere, doğu, batı edebiyatına, isimlere, eserlere vakıf bir şairin imgeleriyle bir bakıyorsunuz Kudüs’te, Kerbela’da, İstanbul’da ya da Bosna’dayız. Hz. Musa ile Nili geçerken, Hz. Hüseyin’le Kerbela’dayız. Bir Ömer diriliği ile yürüyoruz hakikate doğru.  

Gönlümüze genişlikler veren, direncimizi bileyen isimler de konuk oluyor şiirlere. Gönül birlikteliğinin en güzel hallerine şahitlik ediyoruz Aliya ile Dudayev’le direniyoruz zalim dünyanın karşısında.

Lirik bir içtenlikle şiirler söyleyen bir şair Kurtoğlu. Kalbinin sesine kulak verip şiirini ilmiyle besliyor. Bu da ortaya özgün şiirler çıkarıyor.

Keşke Toprak Olsaydım, bir şairin yaşadığı topraklara olan bir borcu adeta. Yüz akı gibi berrak, mümin duruşunu besleyecek kadar sahih.   

Başımı eğerim secdeye
Dilimin ucunda ayet:
“Keşke toprak olsaydım”(s.10)

Mehmet Kurtoğlu- Keşke Toprak Olsaydım - Çıra Edebiyat-2022



İRFANÎ’NİN KÜFESİ

Mustafa UÇURUM

İnsanları güldürmek zor ve büyük bir sanattır. Hayatın mizahî yanlarını yakalayıp onları bir sanata dönüştürmek görsel alanda daha çok rağbet görse de yazınsal alanda da birçok türde bunu sağlamak mümkün. Önemli olan, hayata herkesin baktığı yerden bakmak yerine, tüm izdüşümleri alt üst ederek beklenmedik anda ters köşe yapmaktır.

Halit Yıldırım’ın mizahî hikâyelerini Açıkkara dergisinde takip ediyordum. Olaylara yaklaşım tarzı ve ülke gündemini ve özelde edebiyat dünyasını yoklayan ince göndermeleri anlayana hisseler verecek hikâyelerdi. Şimdi bu hikâyeler İrfanî’nin Küfesi adıyla kitap haline geldi. On bir hikâyede Yıldırım, mizah yoluyla hisseli mesajlar veriyor okurlara.

Bu yazıları bir ortaoyunu tadında da okuyabilirsiniz. Sahnedeki sanatçı tek kişilik bir koro gibi sanatını icra ediyor. Belki merkezde yazarın kendisi var ama arka plan oldukça kalabalık. Anlatıcımız hep aynı; İrfanî. Zamanında küfecilik yapmış, köyünce sevilip sayılan biri. Hikâyeler anlatan, bu özelliği ile de tanınıp hürmet gören biri. Bunu, gerçek şahısların dilinden de ifade ediyor yazar. Eyyüp Azlal’ın İrfanî ile hasbıhal’inden:

“Üstadım eski bir zat-ı muhteremsiniz. Medreselere yetişemeseniz de onun bakiyesi hocaefendilerin rahle-i tedrislerinden geçmişsiniz.”

Mizahın içinde sadece güldürmek yoktur. Klâsik söylemle; güldürürken düşündürmektir esas olan. Hayattan kesitler şeklinde ilerlerken olaylar itiyadı da elden bırakmıyor anlatıcımız. Bu tarz kullanımlar geleneksel sahne oyunlarında hep karşımıza çıkar. Bizim İrfanî de kıssadan hisseler eşliğinde anlatırken hikâyelerini hikâyelerinin sonunda aynı uyarıyı yapmayı da ihmal etmiyor;

“Siz sordunuz ben anlattım. Ben dedikoduyu da yalanı da sevmem. Eğer kendimden bir şey kattıysam buradan şuraya gitmek nasip olmasın. İşin aslı bu minvaldedir.”

Bu söyleyiş tanıdık gelmiş olabilir. Meşhur Teyo emminin sık sık kullandığı bir ifadeyi biz de hikâyelerin sonunda görüyoruz. Zaten İrfanî de Teyo emminin kulağını çınlatıyor kitapta.

İrfanî eski günlere gidip geliyor. Eski zaman hikâyeleri anlatıyor. Bunu yaparken de yaşadığı günlerin ve çevrenin de varlığından haberdar ediyor okuyucuyu. Açıkkara’ya yazı göndermek, Mehmet Pektaş, Eyyüp Azlal, Tayyip Atmaca gibi göndermeler ile hikâyelere bir canlılık getiriyor. Hatta Tayyip Efendi’nin Nüfus Kâğıdı hikâyesinin kahramanlarından biri de Tayyib Atmaca.

İrfanî, her şeyiyle yaşadığı yeri temsil ediyor. Dil özellikleri, yaşantı, sosyal bağlar ve olaylara yaklaşım, Halit Yıldırım’ın hayat vermesiyle Çorum ve yöresinin sesi oluyor. Anlatımın sıcaklığı ve heyecanı hiç eksilmeden devam ediyor. Sözcüklerde yöresel kullanımlar, samimiyet, köydekilerin birbirleriyle olan muhabbeti İrfanî’nin anlatımıyla okuyucuyu da içine çekiyor.

İrfanî’nin küfesinden bahtımıza düşen hikâyeler ile eski zamanların sıcaklığını birlikte yaşıyoruz. Saadeti arayan Saadet, istida ustası Sıddık Efendi, birbiriyle atışan köylüler, Bekir’in muhtarlık serüveni, Nalbant Cümük’ün halleri, tevellütle meres arasında kalan kaymakam ve daha fazlası var küfenin içinde.

Halit Yıldırım, on parmağındaki on marifetten birini de bizlere sunmuş oldu. Keyifle okunacak, okunduktan sonra da uzun süre okuyucuların zihninizde dönüp duran hikâyeleri dinlemek için İrfanî’ye rastlamanız ve:”Anlat bakalım İrfanî bize yeni bir hikâye.” demeniz yeter. Gerisi İrfanî’ye kalmış.

Halit Yıldırım-İrfanî’nin Küfesi – Açıkkara/hikâye- 2022

 



KORKUNÇ BEYAZ

Mustafa UÇURUM

Korkunç Beyaz, İbrahim Halil Çelik’in ilk kitabı. Öykülerine dergilerden aşina olduğum bir isim Çelik. Duru bir dille kuruyor öykülerini. Biyografisiyle kesişen noktalar olsa da anlatımlarında, kurgunun ağrı bastığını ele veren öyküler daha çoğunlukta.

Kendini okutturan öyküleri var Çelik’in. Yani, elinize aldığınızda bırakmak istemeden sonunu getirmek istediğiniz bir albeni sizi olayların içine davet ediyor. Olup biteni kıyıdan izlemiyorsunuz. Siz de eşlik ediyorsunuz her şeye. Hayatın rengine bulanmak diyorum ben bu davete.  

Yelpazesi geniş bir anlatımı tercih ediyor Çelik. Aynı çizginin üstünde yürümek yerine farklı mecralara da sürüklüyor zihninizi. Şehirler, mekanlar, kişiler büyük bir hızla değişiyor. Gaziantep, Antalya derken bir anda bir tarlanın ortasında buluyorsunuz kendinizi. Bir psikoloğun odasında zikzaklar çizen bir hayatın rotasını bulmaya çalışırken bir yandan da araba pazarlığı yapabiliyorsunuz.

Öykü, hayatın ta kendisidir. Diğer türlerde hayat farkı bir yüzle çıksa da karşınıza öyküde hayatın nefes alış verişini duymak ve duyurmak gerekiyor. Yaşayıp giderken bir cümle size hakikati haykırabilir öyküde. Elinizde koku, üstünüze sinen acılar ve;

“İnsanın ikinci evi mezarı mıdır?” (s.25) derken buluyorsunuz kendinizi.

Hayatta renkler vardır, bir de korkunç beyaz. Tüm renkleri yitirince insanın içine düştüğü bir kuyudan uçsuz bucaksız beyazlıktır geriye kalan... Çelik, kitabına da adını veren öyküde gün gün bir yitirilişi anlatıyor.

“Kapı kapanmıştı. Beyaz bir karanlıktı artık dünyam. Renkler çıkmıştı hayatımdan. Artık sesler ve kokular vardı. Onların da bir renginin olduğunu hissediyordum. Annem öğretmişti bunu. O iyi bir insandı.” (s.31)

Acılara daha çok ses veriyor Çelik. Hayat, acılarla büyüyor. İnsan, yaşadıklarından geriye kalan acıları daha çok besliyor. Ölümler, ayrılıklar, hüzünler, alınan hınçlar hepsi de hayattan yana. Bırakmıyor yakamızı. Bir yandan da hayata göz ucuyla bakmak var. Biraz nükte şifasıdır birçok derdin dercesine, her şey ayarında. İlginç Davetiye, Üçlerden Çektiğim, Şekersiz Kahve gibi öyküler ince ironileriyle gönle dokunuyor. Hayat, her şeyiyle yükleniyor insana. Acıları, fırtınaları savuşturmaktır mesele.

İbrahim Halil Çelik, kendisini de bazen kadraja alıyor. Bazı yönetmenler vardır ya hani, filminin bir köşesinden bir bakış da olsa atar filmlerinde. Gaziantep, Türkçe öğrenme, sular altında kalan yerler gibi ayrıntılarda yazarın silüetini görüyoruz.

“Yıllar evveli. Çocuktur. Okula gitmektedir. Bilmediği bir dille konuşan arkadaşları, öğretmenleri vardır. İki dil bir gönle sığacaktır. Önce sille tokat, sonra tebrikler, aferinler. Sonra en çok o günleri özleyecektir. Özlem bir çıkışsızlığın içinde eriyecektir. Özlem ki ağzı geniş bir kuyu.” (s.77)

Kitabın sonuna geldiğinizde “Bir Adam” çıkıyor karşınıza. Tüm öykülerin içinden süzülüp gelen ve olup bitene sizinle şahitlik eden bir adam.  Ne anlattıysam kendimden anlattım diyen bir adam.

“Bunların hepsinin sancısını yaşayan bir adam vardı. Anlatılanların hepsinden biraz vardı onda. Onun yanında durdum.” (s.102)

Korkunç Beyaz, İbrahim Halil Çelik’ten daha nice güzel öyküler okuyacağımızın ilk işaret fişeği. Devamı gelecek, biliyorum çünkü o öyküye gönül vermiş “bir adam”.

İbrahim Halil Çelik – Korkunç Beyaz – İz Yayıncılık- 2021  

 




YER GÖK ARASINDA - Sanatın İzi-

Mustafa UÇURUM

Şakir Kurtulmuş, şiirin yanında edebiyatın ve sanatın izinde çalışmalar vermeye devam ediyor. Tam tekmil bir yürekle her alanda varlığını dopdolu çalışmalarıyla hissettiriyor. Edebiyatın İzi, Kültürün İzi ve Sanatın İzi çalışmaları onun düşünce dünyamıza geniş açılı bakışının ürünü olan eserleri.

İşini severek yapmanın her halini görüyoruz Kurtulmuş’un yazdığı her cümlede. Sıradan olsun istemiyor yaptığı ne varsa. Bir iz kalsın diyerek yarınlara ışık olacak çalışmalar ortaya koyarak öğretici olma vasfını da kitaplarına yansıtmış oluyor.

Yer Gök Arasında, Şakir Kurtulmuş’un Sanatın İzi alt başlıklı yazılarından oluşuyor. Üç bölüm halinde sunulmuş kitaptaki yazılar.

Birinci bölümde “Okuma ve Yazmanın Gölgesinde” başlığında toplanıyor yazılar. Geçmiş zamanın güzel günleri yâd ediliyor. Okumaya, yazmaya başladığı günlerin kulağını çınlatıyor Kurtulmuş. Kitaplar, fuarlar, kendini geliştirmek üzerine notlar var yazılarda. Bir atölye titizliğiyle ele almış yazar konuları. Elbette bunda en büyük etki, Kurtulmuş’un onlarca öğrenci yetiştirdiği atölyelerinin etkisi var.  

Kitap fuarlarından bahsederken Tokat’a da özel bir bölüm ayırması beni çok mutlu etti. Şehrimize gelerek bizleri onurlandıran Kurtulmuş, bu gelişi içten duygularıyla anlatmış. Güzel bir temenni ile bitiyor yazı; “Fakat asıl önemlisi planlanan, yapılan güzel işlerin sağlam yürümesi, aksaklığa meydan vermemesi ve sürekliliği olması.” Ne yazık ki sonuç çok da iç açıcı olmadı. Tokat’ta kitap kültürü başladığı gibi aynı hızda sona erdi. Elbette yeni çalışmalar var ama Kitap Tokat projesi marka olamadan bitmiş oldu.

Kitabın ikinci bölümü; Şiirin Gölgesinde. Şairlerden, şiirden, dergilerden sohbet tadında bahisler açan yazılar var bu bölümde. Adem Turan ile Özcan Ünlü’nün hazırladığı Şiirin Atlıları programı, Yediiklim Cuma Buluşmaları gibi özel ama edebiyat dünyamız adına önemli etkinliklerden izlenimlere de yer veriyor Kurtulmuş. Şiir sadece yazılmaz, aynı zamanda yaşanarak da şiirin tadına varılır hissesini çıkarıyoruz.

“Yediiklim’de otuz yıldır devam eden bu hareketlilik, sürekli kendini yenileyerek dingin bir halde canlılığını korur. Yaş ortalamasına baktığınızda 3 kuşağın bir arada var olduğunu, aynı ortamda yazdığını, konuştuğunu görürsünüz. Bu birliktelik, sürekli bir yenilenmeyi, hareketliliği de beraberinde getirir.” (s.71)

Kitabın son bölümü; Hayatın Gölgesinde. Hayata dokunmak, kalplere dokunmak, hissetmek ve duyguları en coşkulu şekilde yaşamak üzerine yazılar var bu bölümde. Engelliler, anne ve babalar, dostlar ve hayata dair sıcak tebessümler… İnsan yaşadıkça bir kalbi olduğunu anlıyor. Yoksa, vücuttaki bir organ olmaktan öte anlam ifade etmiyor kalp. Bunu hatırlatıyor Kurtulmuş.

Unutmamak gerek. Hem yaşayanları hem de aramızdan ayrılanları. Vefadır insanı insan yapan değer. Şakir Kurtulmuş, edebiyat dünyamızın en vefalı şairlerinden.  Yakın zamanda rahmetli olan babasına olan bağlılığında, her fırsatta kızının mezarı başında dua etmesinde, dostlarını arayıp sormasında onun kalbinin sesini duyabiliyoruz. Yani, yazdığı gibi yaşayan yaşadığı gibi yazan bir sağlam yürek onunki.

“Daha derinlerden baktığınızda kalbininiz en uç noktalarında yürüyüşünü sürdüren baharın gelmekte olduğunu göreceksiniz.”

“Gelin bu baharı yaşama özlemi içinde daha sıklıkla ziyaret edelim mezarlıkları…” ( s.93)

Şakir Kurtulmuş – Yer Gök Arasında- Sanatın İzi- Çıra Edebiyat – 2022 (2. Baskı)

 




HASAR RAPORU

Mustafa UÇURUM

Hasar Raporu, Özlem Metin’in ikinci öykü kitabı. İlk öykü kitabı Alametifarika’yı okuyanlar bu yeni kitapta aşağı yukarı neyle karşılaşacaklarını tahmin etmişlerdir. Gülerek, eğlenerek, keyif alarak okunacak yeni öyküleriyle bizlere Hasar Raporu’nu sunuyor Metin.

İnsanları güldürmek zordur. Hayat şartları, günlük hayatın koşuşturmaları, aman fazla gülmeyelim başımıza bir şey gelir efsanesi derken gülmek ne yazık ki hayatımızdan pılını pırtısını toplayarak çekilmeye başladı. “Benim gülüşüm bir bahar gibi tazedir” diyeceğimiz dizelerimiz de binbir dizenin arasında kaybolup gidiyor.

Özlem Metin yine zor olana talip olmuş. Öykünün tüm imkânlarını kullanarak okuyucunun yüzüne bir tebessüm kondurmak için hayatın Hasar Raporu’nu çıkarmış bu kez.

Yirmi hayat, yirmi tebessüm, yirmi rapor var kitapta. Kitapta Hasar Raporu isimli bir öykü yok. Neredeyse tüm öykülerde sizi bir hasar karşılayacak. Sürpriz sonlu, hiç beklemediğiniz yerden yakalanacaksınız bir nüktenin tam merkezine.

Hayat, küçük ayrıntılardan ibaret. Beklenmedik anda karşımıza çıkanlar bizi hazırlıksız yakalıyor. Tam bu noktada yaşananların içindeki ironiyi ortaya çıkarmak ve işte tam burası dedirtmektir önemli olan. Metin tam da bunu yapıyor. Öykü bitince içinizdeki hoşnutluk sizi de içine alıyor.

Hayata karşı tüm düzleri ters yüz eden bir maydanoz, İfakat’in halleri, Makbule’nin damat sevgisi, aşkı sınayan müşkülpesent haller ya da hayata en sürpriz şekilde merhaba diyen Melisa bebek bizlere öykü penceresinden içtenlikle el sallıyor kitapta.

Alametifarika için söylediğim bir cümle vardı. Bu kitabı okuduktan sonra tekrar tekrar okumak isteyeceksiniz demiştim. Hasar Raporu da aynı daveti tüm içtenliği ile yapıyor. Bu hikâyeleri gençlere okuyunca, genelde başak şeyleri dinlemekten sıkılan arkadaşlar “bir tane daha bir tane daha” diyorlar. Biliyorum ki bunu dersi kaynatmak için değil yeni bir öykü ile hasar raporu tutmaya devam etmek için yapıyorlar.

Hasarlar ve hastalıklar da iç içe. Makas ya da bıçak; rüzgâra kapılan akşam yemeği ya da düğünle cenazenin iç içe geçmesi, hayattan bir fotoğraf gibi zihnimizi yoklayıp duruyor. Bazen öyle haller oluyor ki öykülerde, şunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz; “Tıpkı benim gibi.”  “Biri Beni Kaçırsın”daki koca gibi olmasa da “Kuzey Dakota”daki Kâmil’in girdiği hallere girenimiz çok olmuştur mesela.

Abartıya gerek yok; hayat bizi yoklar durur. Biz içimizdekini dışa vuramadan kaçak gülüşlerle geçiştiririz birçok şeyi. Olmasını istediğimiz ile olanın arasındaki git gellerdir bizi eğreti tutan. İşte Özlem Metin bu halleri çok iyi okuyan bir öykücü. Bakkalla market arasında kalışımız ya da bir anda karşımıza çıkan hayırsever bir emlâkçının önümüze açtığı sonsuz imkânlardır bizim yaşadığımız.

Özlem Metin öykülerini okumanın keyfini bir kez daha yaşamış olduk. Hasar Raporu’nu okuyunca şundan eminim ki Alametifarika’yı da hemen okumak isteyeceksiniz. Güldürürken düşündürmüyor Özlem Metin, kalbinize gülücük adlı bir kuş konduruyor. Yani en çok ihtiyacımız olan nokta atışını yapıyor.

Özlem Metin- Hasar Raporu- Şule Yayınları-2022

 




KIRKLANMIŞ PORTRELER

Mustafa UÇURUM

Portre yazmak bir edebî eylem olmanın yanında bir vefa eylemidir de. Vefayı bilmeyenin, kendinden başkasını görmeyenin, anlattığı her şeyde kendini işaret edenin yazabileceği bir tür değildir portre. Kendinin dışındaki dünyaya kulak vermenin ve değerli görülenlerin gönül diliyle anlatımının edebiyatta vücut bulmuş hali tam anlamıyla portre yazılarında kendine yer bulur.

Günümüz edebiyatında portre dendiğinde akla ilk gelen isimlerdendir Fahri Tuna. Sıradan değildir onun anlatımları. Su gibi akar. Anlattığı kişiyi öylesine özgün bir dille ele alır ki yıllardır tanıdığınız kişileri sanki yeni baştan tanıyormuşsunuz gibi bir hâl sizi alıp götürür tüm yazı boyunca.

Daha önce de portre kitaplarıyla okurlarını selamlayan Fahri Tuna, şimdi de Hece Yayınları arasında çıkan Kırklanmış Portreler ile kırklı yaşlarının keyfini süren yazar ve şairleri gönle dokunan üslubuyla anlatıyor.

Atıf Bedir’in arka kapak yazısından…

“Fahri Tuna’dan portresini okuduğunuz yazarla ya da şairle hemencecik siz de bir ünsiyet kurar, dost, tanış, biliş olursunuz. Anlattığı yazarın kitaplarının, şiirlerinin, öykülerinin, imgelerinin dünyasına giriverirsiniz; onların yazdıklarını edinip okumak, tanımak istersiniz.”

Sadece edebî birikimi ile değil iç sesinin sıcaklığıyla da yazılarını kaleme alan Tuna, bunu kurduğu her cümlede hissettiriyor. Sıradan bir portre değil onun yazdıkları. Merak uyandıran, şiirsel ifadelerle beslenen, anlatılan kişilerin ruh dünyalarını da gözler önüne seren bir anlatım… Elbette bunların hepsi de samimiyetten.

Kırk beş isim var kitapta. Benim için iki anlamı var bu kitabın. Kitabın içinde yer alan isimlerin kırk dördünü de tanıyorum. Çoğu birebir tanıdığım; sohbetim, muhabbetim olan isimler. Kırk beşinci kişi de benim. Böylesine değerli bir çalışmanın içinde yer alıyor olmak benim için de tarifsiz bir mutluluk.

Fahri Tuna sadece ele aldığı kişiyi anlatmıyor yazılarında. Cümle aralarında öylesine göndermeler yapıyor ki Atıf Bedir’in söylediği gibi okuyucuyu kitaplara da davet eden bir anlatım bu. Merak unsurunu sonuna kadar kullanıyor Tuna. Siz, anlatılan kişiyi okuduktan sonra onunla ilgili belki de bugüne kadar bilmediğiniz birçok detaya ulaşıyorsunuz. Bunu yanında yazarın kitaplarını da okuma isteği içinizde tarifsiz bir şekilde canlanıyor.  

Kitap harf sıralamasına göre ilerliyor. İlk yazı; Abdullah Harmancı. Daha başlıktan başlayan bir merak sizi hemen kuşatıyor. “Öyküleriyle bizi ‘cennete uyandıran’ adam.” Bu göndermelerin ne anlama geldiğini Harmancı’yı tanıyanlar hemen anlıyor tabii. Yazının ilk cümlesi; “Bir çocuk doğmuş Konya’da. Tak! Tak! Tak!” Şimdi, meraklı okuyucu eğer bilgisi yoksa bu “Tak!”ların ardına düşecek. Bir yansıma ses alıp onu Harmancı’nın “Yüreğime Üç Çivi” öyküsüne götürecek.

Fahri Tuna’nın sadece giriş cümlelerini alıp edebiyat atölyelerinde okutmak bile özgün bir anlatımın nasıl olması gerektiğini, yazıya nasıl başlanır konusunu anlatmak için yeterli olacaktır. Yazıya başlayınca zaten gerisini mutlaka okumak isteyeceksiniz. Tüm sıradanlıkları alt üst eden bir anlatım sizi hemen kuşatacak.

“Onun yaptıklarını Çorumlu yapmaz, yapamaz. Şaka demiyorum. Sahiden bak.” ( Adem Karafilik)

“Keyfekader yaşayan öykücü. Yazan da. (Aykut Ertuğrul)

“Deniz gözlü şair kız. Deniz yüzlü. Deniz özlü.” ( Ayşe Sevim)

“Şair. Naif şair. Bıçkın, naif şair. Muzip, bıçkın, naif şair.”  (Hüseyin Akın)

“Dizeleriyle konuşan adam. Yok bakışlarıyla. Hayır, hayır. Saçlarıyla. Yok be, en çok tavırlarıyla. ( İbrahim Tenekeci)

“Şiir şiir bakan adam. Şiir şiir yürüyen adam. Şiir şiir yaşayan adam.” (Kadir Korkut)

“Kırmızı yalnızlıkların şairi. Göçmen kuşların kırılganlığı vardır onun kaleminde.” ( Mustafa Uçurum)

“Kendinden emin şair. Kendinden emin, mücadeleci şair.”(Zeynep Arkan)

Edebiyat dünyamızda portre alanında artık gönül rahatlığıyla Fahri Tuna Üslubu’ndan bahsedebiliriz. Bu başlıktan yeni başlıklar açıp bu alanın zenginleşmesi için onun yazdıklarını örnek olarak verebiliriz.

Kırklanmış Portreler’in gönüllerde yer tutacağı muhakkak. Bu samimiyet, Eskader 2022 yılı Portre Ödülü ile de pekişmiş oldu.

Biz, Fahri Tuna’dan yeni portreler okumaya devam edeceğiz. O, yeni yüzler tanıdıkça cümlelerini seferber edecek ve dostlar meclisine bir tebessüm daha gönderecek.

Fahri Tuna- Kırklanmış Portreler- Hece Yayınları-2022

 

 


ERCAN ATA'DAN BOŞLUK DEĞİL HAYAT

Mustafa UÇURUM

Şair, öykücü ve şimdi de deneme yazarı. Bunların yanına ekleyebileceğimiz başka sıfatlar da olabilir. Yazma noktasında kendi açılımları olan bir isim Ercan Ata. Söyleşiler yapan, eleştiri yazıları yazan, edebiyatı her haliyle dopdolu yaşayan bir isim. Çalışma masası da yaptığı işler gibi dopdolu. Altı çizilmiş kitaplar, alınmış notlar, yazı planları hep onun yazı serüveninin bir parçası.

Boşluk Değil Hayat, Ercan Ata’nın denemelerini bir araya getirdiği kitabı. Bir şaire en yakışan türdür deneme. Şiirsel söyleyişlerin kendini en rahat hissettiği yazı türü olan deneme, şairlerin hayata bakışlarının düz yazıda vücut bulmuş halidir. Ata’nın denemeleri de bir şairin elinden çıktığını hissettiren bir sıcaklığa sahip.

Kitabın ilk denemesinin ilk cümlesi; “Hadi sevgilim seninle sonsuza gidelim.” Al bu cümleyi şiirin ilk dizesi yap, şiiri bununla bitir. Öylesine rahat bir şekilde yerini kabullenir ki…

Altı bölümden oluşuyor kitap. Her bölüm kendi içinde bir bütünlüğe sahip. Hepsinin işaret ettiği ortak nokta; hayat.

İkinci bölüm; Boşluk Değil’de Ata, insanlık hallerini anlatıyor. Boş gibi görünen ama insanın içini dolduran haller bunlar. “huzur, mutluluk, boşluk, yalnızlık, ıssızlık, sessizlik, kaybetmek” gibi tarifi insanın kendi iç dünyasında saklı ve insanı besleyen hallere tercüman oluyor Ercan Ata.

“Ben kendi kırılganlığımda yaşarım. Kalbimin derinliklerinden yenilgiler filizlenir. Sıkıntılarımdan vagonlar yaparım gün boyu. Tutkuyla doldururum içini; eşyalarla, nesnelerle…”

İnsanlık hallerini tüm boyutlarıyla ele alan denemeler var kitapta. Okurken, kendi hayatınızın detaylarına da inmiş oluyorsunuz. İyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik gibi. İnsan, yaşadıklarından meydana gelen bir kurgu dünyasında kendine yer ediniyor. Anlamlandırdığı her imge, ömür çizgisinin üzerinde kendine bir yaşam alanı biriktiriyor. Her şey olup biterken, farkına vardıklarımız ya da göz ardı edilenler zamanı gelince insanın ruh dünyasını yokluyor. Ercan Ata, yazılarında insana dair hassas noktalara hisli dokunuşlar yapmayı ihmal etmemiş. Çocukluk, gençlik, ihtiyarlık ve ölüm…

“Varlığın dağlarından yokluğun denizlerine akan… Dört mevsimi aynı anda yaşamak zorunda olan… Tam her şeyin mükemmel gittiğini düşündüğü; huzura, refaha erdiği, mutluluğun resminde en güzel pozunu verdiği zafer sarhoşu olduğu bir gaflet anında onun sert ve acımasız darbesiyle yüzleşen insan…”

Kısaca Hayat diyerek sona eriyor kitap. Tüm yaşamın bir özeti gibi. Ercan Ata, kitabı bir kompozisyon üzerine inşa etmiş. Denemeler arasındaki bağ, hayat kadar sıcak ve canlı. Ata, gözlem gücüyle kendi izlenimlerinden aktardıklarının yanında evrensel bir değer olarak “insan” yaşamını da aynı çizgide buluşturuyor. Kendinizden çok şeyler bulacaksınız denen yazıda buluşma noktasını oldukça başarılı göndermelerle ifade ediyor yazılarında.

Yaşadıklarımız boşluk değil hayat. Belki farkına varmıyoruz, koşuşturma içinde yitip giden anlarımız oluyor. Bir anlık durup; her şeyin bir yaşamın parçası olduğunu dile getirecek vaktimiz olmuyor. Ercan Ata, tüm boşlukları doldurarak bizleri yaşam sevincinin o tarifsiz iklimine davet ediyor; “Ruhumuzun      her şeyden önce yaşama sevincine ihtiyacı vardır. Bu sevinç; her kapıyı açar.”

Ercan Ata, Boşluk Değil Hayat, Ötüken Yayınları, 2022




ŞİİR ÇIKMAZINDA- Açımlamalar

Mustafa Uçurum

Şiirin hayatın içinde tuttuğu yeri genişletme çabası hız kesmeden devam ediyor. Dergilerde, sosyal medyada, kıyıda, köşede, defterlerin kenarında her an karşımıza çıkacak şiir istilasının tedirginliği ile yaşamaya devam ediyoruz.  Böyle bir şey için tedirgin olmaya gerek var mı… Derinliği şüpheli ve kaygılı bir soru bu. Üzerimize saldıran şiirlerden kendimizi sakınıp da doğru yolu bulursak o zaman çok da büyük bir mesele değil kafa yorduğumuz. Eğer altında kalırsak onca şiirin, işte o zaman asıl görünmesi gerekenlerin tutacağı yolun kapanması gibi bir tehlike ile baş başa kaldık diyebiliriz.

Şiir ve çıkmaz bir araya gelince insan ister istemez “Şiir çıkmazda” demek istiyor. Aslında bu, her zaman söylenecek bir yakınmadır. Dönemler geçer, akımlar savrulur, şiir hep durduğu yerdedir. Çıkmazda olma durumu ise bakış açısı ile ilgilidir. Buradan bakınca, şiirin çıkmazda olma hali de her daim varlığını devam ettirecektir. Çünkü şiir var olmaya devam edecektir.

“Çıkmaz sokağın bir cazibesi vardır. Sokak başından kendine çağırır yanından gelip geçenleri. Hatta tutup çeker kolundan kimilerinin. Şiir de öyle değil midir? Deneme nedir, söyleşi nedir, anı nedir bilmeyenler; şiir yazmaktan daha kolay olmasına rağmen bu türlerde hiçbir denemeye girişmedikleri halde yollarını mutlaka şiire çıkarmamışlar mıdır? Şiir, bir heves olarak önlerinde bütün ihtişamıyla açılan bir pencere olmamış mıdır? Çıkmaz sokak penceresi…”

Mehmet Solak, Şiir Çıkmazında- Açımlamalar kitabına böyle bir giriş yapıyor. Herkesin şair olduğu bir yerde, açılan pencereden hücum eden şiirler arasında Solak, bizleri şiirin gerçek yurduna çağırıyor. Şiir çıkmazında nefes alabileceğimiz şiirlerin, şairlerin kalbine dokunacağımız ince işçilikle dokunmuş bir kitap armağan ediyor edebiyat dünyamıza.

Geçmişten günümüze onlarca şair ile uzun soluklu bir şiir yolculuğuna çıkıyoruz. Mehmet Solak, ele aldığı şairleri şiirleri eşliğinde işliyor. Şairin şiir dünyasına girerken detaylı tahliller de sık sık yokluyor zihnimizi. Şiire ve şaire dönüp tekrar bakma isteği uyanıyor içimizde.

Asaf Halet Çelebi ile başlıyor kitap. Nazım Hikmet, İsmet Özel, İhsan Deniz, Necat Çavuş, Haydar Ergülen, Hüseyin Atlansoy, Osman Konuk, Faruk Uysal, Mehmet Sümer, Ahmet Haşim, Alaeddin Özdenören, Cahit Sıtkı Tarancı, Yücel Kayıran kitapta okuyucuları bekleyen şairler.

Sıradan bir anlatımı yok Mehmet Solak’ın. Okuyucuyu kitaba davet eden, kendi özgün bakışını yazının tümüne yansıtan bir geniş açılı açımlama…

“Bir varmış bir yokmuş. Bir şair İsmet Özel varmış. İyi şiirler yazarmış. Nasıl olmuşsa bu İsmet Özel bir gün, komünist olmuş. Derken efendim, bir komünist olarak da iyi şiirler yazmayı başarmış ve hatta böylelikle yıldızı da parlamış.” (s.41)

Görüldüğü üzere, okuyucular sadece şiirler üzerine çözümlemelerin olduğu bir kitapla değil şairlerin de her türlü halleriyle arzı endam ettikleri yazılarla da buluşmuş oluyorlar.

Daha sonra şiirler ilmek ilmek alınıp satır satır çözülüyor adeta.

“Şair, eski-yeni karşılaştırmasından vazgeçecek gibi değil, Şivekâr’ın yolculuğu boyunca. Her bölümde yeni kavramlar ekliyor. Ona göre ‘eskiler’in ‘işbilir’ oldukları kesin.” ( s. 53)

Şairlerin ruh hallerinin şiirleri üzerinden tespitine de rastlıyoruz sık sık. Necat Çavuş’u anlatırken yaptığı tespit, tam isabet kıvamında bir noktayı işaret ediyor.

“Şair yalnızdır. Bu yalnızlık, kimi zaman ümitsizlikle beslenen kimsesizlik hissine dönüşse de kim olduğunu ne aradığını bilmektedir.” (s.103)

Yol gösterici bir yanı var Mehmet Solak’ın. Şairlerin şiirleri hakkında yazarken cümle aralarındaki işaretler, şiirin kurgusunu ve oluşum aşamasını da betimlediğinden yazıların bu noktalarını dikkatle takip etmekte fayda var. Özellikle genç şairlerin şiir yolculuğuna iyi bir yol arkadaşı olacak notlar var kitapta.

Osman Konuk şiiri için…

“Ayrıca bu bölümde şairin, şiirde az rastlanan bir tekniği, maddelendirme tekniğini, ilk kez bu bölümdeki kimi şiirlerde denediği görülmekte. Yine gündelik hayatın akışı içerisinden bazı dış unsurların (korno sesi, uçak, haberler, fotoğraflar, müzik…) şiire bir anda dahil oluşu da dikkat çekmekte.” (s.156)

Alaeddin Özdenören için kullanılan ifade, şiirin hayatla olan irtibatını çok net anlatıyor. Olması gerekeni…

“Alaeddin Özdenören için bir “yaşam biçimi’ değil, yaşama dair ‘konuşma biçimi’dir: çığlık çığlığa bir konuşma.” (s.208)

Mehmet Solak, şiire mesai harcayan bir şair. Aynı zamanda günümüz genç şiirin uğrak noktalarından birisini büyük bir titizlikle düzene sokuyor. Günümüz şiirini ve edebiyat ortamını da takip ediyor. Eğreti duruşlara bol ironi barındıran yorumlarını ince detaylar eşliğinde Hece dergisinde takip ediyoruz. Şiirin varlık sorununu çıkmaz sokaklarda aramaktansa, gönle ferahlık veren açımlamalarla has şiirin sesine kulak vermek boşa kürek sallayarak vakit geçirenler için bir yol ver yordam gösteren yol arkadaşı olacaktır.

Mehmet Solak –Şiir Çıkmazında Açımlamalar- Hece Yayınları-2023

 



KENDİNİ ARAYAN ŞEHİR

Mustafa UÇURUM

Ahmet Köseoğlu’nun bir seyyah titizliğiyle şehir şehir gezdiğini ve bu şehirlere dair notlarını dergilerde paylaştığını gördükçe; bu yazıların kitaplaşacağı günü büyük bir heyecanla beklemeye başlamıştım. Şehir yazılarını hem okumayı severim hem de şehirler üzerine yazmayı büyük bir keyifle uzun yıllardır sürdürürüm. Şehrin kalbine dokunmak olarak görüyorum bu tür yazıları. Gezip gördüğünüz yerlerden fotoğraf kareleri biriktirmenin ötesinde anı tadında bir yazı kaleme almak da şehirler adına gönle düşen bir selamdır.

Ahmet Köseoğlu da gezdiği şehirleri kendi iç dünyasının zenginliğinin rengine boyayarak kaleme alıyor yazılarını. Kitabî bir şehir rehberi değil onun yazdıkları. Anı tadında, şehrin ruhuna dokunan ve hissiyatı güçlü yazılar bunlar.

Kitabın giriş yazısından;

“Büyük kâşiflerin yüreklerinde hissettikleri heyecanı hissettim her çıktığım yolculukta. Dilini, sesini, rengini, mazisini, efsanesini, tarihe tanıklığını, binlerce yıllık ruhaniyetini merak ettim o güzel şehirlerin. Taşlara sinmiş seslere kulak verdim, çeşmelerin sulara öğrettiği şarkıları dinledim. Yaz sıcağında bir mabedin serin gölgesinde aradım ruhumdaki şehrin kapılarını.”

Kendini Arayan Şehir, Köseoğlu’nun şehir yazılarını bir araya getirdiği kitabı. Çizgi Kitabevi Yayınları arasından ulaşmış okuyucuya kitap. Kitabın dikkat çekici özelliği; okuyucuya görsel bir şölen de sunması. Anlatılan şehirlerin fotoğrafları da yazı boyunca size eşlik ediyor.

Üç bölümden oluşuyor kitap; Gökte Yapılan Şehirler, Umran Şehirler, Şehirden Uzakta Şehre Yakın.

Gökte Yapılan Şehirler bölümünün şehirleri; Kudüs, Konya, Şam, Şanlıurfa, Bursa. Hem bölüm adından hem de şehirlerden de anlaşılacağı üzere, bu bölümdeki şehirler daha çok manevi iklimleriyle ele alınmış. Şehirler hakkında tafsilatlı bilgiden sonra Köseoğlu, kendi gözlemlerini aktarıyor. Ben kitabın bu bölümlerini daha severek okudum. Şehre bir başkasının gözüyle bakmanın zenginliği diyorum buna ben. Fark edilemeyen, gözden kaçan ayrıntılar farklı bir bakış açısıyla sizde de kendine yer buluyor.

Kudüs’ün tarihi, şehrin imarı, yaşananlar, bitmeyen zulümler, zulümler…

Şehri Köseoğlu ile birlikte yaşıyoruz, şehrin havasını ciğerlerimize kadar çekiyoruz.

“Sabah ezanıyla evlerinden, otellerinden çıkan Müslümanlar Mescid-i Aksa haremine doğru muhtelif kapılardan giriş yaparak ışığa doğru koşan pervaneler gibi hoş bir hareketlilik oluşturuyordu.” (s. 20)

Düz bir anlatımı yok Köseoğlu’nun. Duygularını şehrin havasıyla buluşturuyor ve bu heyecanın size de geçmesini sağlıyor.

“Peygamberlerin, nebilerin, havarilerin, Allah dostlarının izleri, nefesleri bu Tanrı şehrinin sokaklarında, sararmış taşlarında, mabetlerinde hissedilmekteydi.” (s.21)

Ve Konya… Ahmet Köseoğlu’nun şehri. İnsanın kendine ait olanları ifade etmesi çok da kolay olmaz. Hele de bu, üzerinde doğduğu, yaşadığı şehirse daha bir yokuşa çıkar cümleler. Çünkü insan çoğu kez en çok da yakınındakinin sesini, rengini, soluğunu hissedemez.

Konya, sadece Türkiye için değil dünya için önemli bir şehirdir. Köseoğlu, yazısında bu hassas dengeyi tam anlamıyla gözetiyor. Tarihiyle Mevlana’sı ile kültürü ile bir dünya şehrini anlatıyor bize. Hem de bu şehrin bir parçası olmanın gururu ve mutluluğuyla. Dünyayı kucaklayan bir şehir olmasında Mevlana etkisini de detaylı bir şekilde hissettiriyor Köseoğlu.

“Dünyada bugün Japonya’dan Amerika’ya kadar binlerce insan onun eserleriyle ilgileniyor, en çok satan kitapların ilk sıralarını onun şiirleri alıyor. Konya’ya binlerce insan akın ediyor, semâ ayini her yerde ilgiyle izleniyor.” (s.66)

Umran şehirlerde; Üsküp, Kütahya, Aksaray, Tokat, Amasya ve Balıkesir var. Gücünü tarihten alan şehirler bu bölümde arzı endam ediyor.  Üsküp’ten başlayıp Balıkesir’de sona eren bir yolculuk bu. Tokat’ta da bir nefeslik mola veriyoruz.

“Ihlamur ağacından kalıp çıkarılıp baskısı yapılan Tokat yazmaları 600 yıldır hanımların başlarında elvan elvan…

Gün boyu fularım oldu el baskılı yazmam.

Ne çok seyyah gelmiş Tokat’a, en sona biz mi kalmışız? Bunca gezginin içinde bendenizde Evliya Çelebi’nin yeri başka.” (s. 157)

Kitabın son bölümü; Şehirden Uzakta Şehre Yakın. İznik, Tuz Gölü ve Ereğli. Şehrin bir parçası, aynı zamanda kendine has özellikleriyle ayakta duran mekânlar buralar. Birçok özellikleriyle ait oldukları şehrin önüne geçen yerler anlatılıyor. İznik çinileriyle ve Osmanlı’dan kalan görkemli tarihiyle, yemeğe kattığı tadıyla tuzuyla Tuz Gölü, rüzgâr kanatlı atlarıyla Ereğli kendine yer bulmuş kitapta.

Her bir satırı özenle hazırlanmış, bölüm adlarının okuyucuyu cezbeden ve kitaba davet eden içtenliğiyle Kendini Arayan Şehir, Ahmet Köseoğlu’nun şehirlere gönderdiği içten bir selam olarak kalbindeki muhabbeti en saf haliyle yansıtan bir kitap olmuş. Kendini Arayan Şehir, kendini bulacak okuyucularını bekliyor.

Ahmet Köseoğlu- Kendini Arayan Şehir- Çizgi Kitabevi Yayınları- 2022 



YEDİ DAĞIN ÇİÇEĞİ

Mustafa UÇURUM

Yedi Dağın Çiçeği, daha isminden başlayan bir gizeme davet ediyor sizi. Renkler, dağlar, yollar ve tüm bunları son zerresine kadar yaşayan bir avuç insan. Kendinizi olayın akışına kaptırdığınızda bir bakmışsınız diyar diyar geziyorsunuz bir sevdanın ardına düşüp. Buna ancak yaşamak denir diyorsunuz, dopdolu ve inişli çıkışlı.  

Ramazan Ekici’nin Yedi Dağın Çiçeği, bir ilk roman olarak raflardaki yerini aldı. Roman türünün anlam yoğunluğu ve anlatım zenginliği sağlam bir kurguyu da beraberinde ister. Bu birliktelik sağlanırsa yazarın üslubuyla besleyeceği anlatım iyi bir romanın vücut bulduğunu gösterir.  

Her bölümde farklı bir anlatıcının dilinden seslenen bir roman Yedi Dağın Çiçeği. Kişiler değişse de romanın tümünü göz önüne alarak bir arayış romanı diyebiliriz Ekici’nin bu ilk romanına. Kişiler ve olaylar arasındaki geçişler akışı bozmadığından siz de soluk soluğa yollara düşüyorsunuz. Her kahraman sizi farklı bir dünyaya davet ediyor.

Olaylar Cemal’in merkezinde dönüyor gibi gördünse de diğer kahramanlar da Cemal’i işaret eden olaylar silsilesini yaşasa da herkesin kendine kurduğu bir yaşam merkezi var. Cemal, Arin, Öznur, Sümeyye romanın kahramanları.

İstanbul, Gaziantep, Van, Rize olayların akışına yön veren şehirler olsa da daha birçok şehirden geçiyor yolumuz. Aklımızda binbir desenli bir halı, en çok da yedi dağın çiçeği, yollar aşılıyor, gönüller daralıyor, renkler birbirine karışıyor, sevmek denen şifa gelip yüreklere konuyor.

Cemal, halıların dünyasında yaşayan biri. İstanbul Kapalıçarşı’da tanıyor halıları. Sonra bir mektubun ardına düşerek halıların renklerine, ilmiklerine tutuna tutuna diyardan diyara savruluyor. Tâ ki bir yangının külleri arasında bir ipek halıya sarılmış halde bulunana kadar.

Halının canlı bir figür olduğu aşikâr. Cemal halı işini o kadar sahipleniyor ki bununla hayatını ikame ediyor. Hayatlar, zorluklar derken yine çok iyi bir yaşantıya halılar sayesinde kavuşuyor. Öznur’un hayatının her yerinde halı var. Hereke’de desen desen yaşanan bir aşkın hikâyesine de şahit oluyoruz. Yedi Dağın Çiçeği, Hereke’de dokunan bir motifin adı. Umutlara, sevdalara kucak açan yedi dağ ve insana umutlar serpiştiren çiçekler.

Ayrı Dünyaların İnsanları

Her bölüm farklı bir dünyanın sesi gibi. Ramazan Ekici o kadar akıcı bir geçiş yapıyor ki daha ilk cümleden hemen anlatıcının dünyasında buluyoruz kendimizi. Arin’in sözü aldığı bölümlerde İstanbul’dayız. Kapalıçarşı’da ama daha çok Hergele Meydanı’nda. “Süleymaniye Kafirler Cemiyeti” merkezinde yaşananlar, tartışmalar, kişiler ve Arin’in Cemal’e bitmek bilmeyen aşkı. Sayfayı çevirdiğinizde Rize’desiniz. Bir Kız Kuran kursunda. Evinden ayrı kalmanın dayanılmaz acısı, yaşananlar, haksızlıklar arasında bir kardeş olarak Cemal’e olan sonsuz bağlılık. Öznur, bir halı tezgâhının başında halıyı dokumuyor adeta her motifi yaşıyor, Albay’a olan özlemini mektupların satır aralarında büyütmeye devam ediyor.

Felsefesiyle ve anlatım tekniğindeki akıcılığıyla Yedi Dağın Çiçeği, sürprizlere açık bir roman. Avni ( Fatih Sultan Mehmet), Ali Emiri Efendi, Süleymaniye Kâfirler Cemiyeti gibi gizemi bol kişiler, olaylar ve anlatımlar zihninizin içinde dönüp duracak. Anlatımdaki sıcaklık sizi gerçek bir dünyanın kapısına bırakacak. Romanı bitirdiğinizde rengârenk bir evrenin ortasında bulacaksınız kendinizi. Rüyadan uyanır gibi…

Ramazan Ekici – Yedi Dağın Çiçeği- Pruva Yayınları

 







NİHAYET KUŞU ŞAHİTTİR BUNA

Mustafa UÇURUM

Şiir şairin gizli yüzüdür. İmgelerin arkasından dünyaya bakar şair. Dizelerin arasından kendini göstermeyi tercih etmese de bir iz, bir işaret bazen şairi ele verebilir. Bu da şiirin şaire bakan yüzünü gösterir bize.

Erol Yılmaz’ın Nihayet Kuşu adlı kitabını okurken şiirlerden yükselen “Ben buradayım.” nidasını sık sık duydum. Şair şiirinde kendisinden başlayarak genişleyen bir dünyanın kapısını aralıyor.

Kitabın ilk şiiri; Kısa Özgeçmiş, otobiyografik bir şiir. Şairin dilinden bir geçmiş zaman yolculuğu yaparak hayata dokunuyoruz şiirsel bir duruşla.

“Tek tip önlükler giydim
Üniformatif halde girdim hizaya
Alev alev kavuran yokluklar üzerine
Antlar içtim buz gibi, esas duruşla
Öğretmenlerime hep cephe selamı verdim
Günaydın örtmenim, tünaydın örtmenim dedim”
(s.11)

Nihayet Kuşu, Yılmaz’ın ilk şiir kitabı.  Diğer kitapları onun çalışma alanı olan kitaplar ve kütüphaneler üzerine. Yılmaz’ın hayatının merkezinde kitap var, memleket var, vatan var. Köklerine bağlılığını sık sık tekrarlıyor şiirlerinde. Vatanını seven ve bu sevgiyi kutsal bilen bir şairin serancamını okuyoruz.

“Zorlanmasam dahi yine sâdık olur aşkla severdim
Atamdan belledim çünkü ben, vatanı namus bildim”
(s.12)

Beş bölümden oluşuyor kitap. Her bölüm şairin bir iç dökümü aslında. Derdi olan, davası olan, mazluma ve zalime karşı tavrını açıkça ortaya koyan bir şair Erol Yılmaz. Durduğu yer, vatanın tam ortası. Düşman belli, zalim zulmüne devam ediyor.

“Birleşmiş Milletler onu dedi, Avrupa Birliği bunu dedi
Sonunda hepsi Amerika’nın sözüne boyun eğdi, bu yedi”
(s.15)

Sözü ve anlamı yormayan bir şair Erol Yılmaz. Akıcı bir üslupla şiirinde meramını anlatıyor. Hayat,  ömür, hakikat gibi derin konuları gönle dokunan bir incelikte ifade ediyor. Geçici ve göz boyayan dünyanın karşısında olup bitenin farkında olan bir mümin duruş var.

“Hoşça kal dünya!
Cilâlı güzel,
Hani, laf aramızda,
Biliyordum boyunun bu kadar kısa olduğunu.”
(s.25)

Kitabın Ağır Metaller bölümü sosyal içeriği yüksek şiirlerden oluşuyor. Yaşamın zorlukları, şehrin insanı boğan yüzü, ironi ve eleştirel üslup buradaki şiirlerin temaları arasında. Ağır Metaller şiirinde madencilerin hayatlarına dokunurken Makas ve Boş Konuşanlar Korosu gibi şiirlerde lacivert renkli protokole karşı da duruşunu net olarak ifade ediyor şair. Oldukça sivil ve yerinde bir sertlikte.

“Buluşmalar, büyük salonlarda
Haşmetli, anıtsal, gösterişli
Geniş masalar etrafında
Uzun, modern veya klâsik
Beden dilleri fabrikasyon
Çokça teatral, pek bi komik”
(s.49)

Ve Aylan bebek. Muhacir Çiçekler şiiri Aylan bebeğe adanmış bir şiir.

“Muhacir çiçekler açıyor ülkemde her sabah kaldırımlar” (s. 48)

Kitabın son bölümü, Yol Hikâyesi. Ömür yolculuğunun bir özetini sunuyor bizlere Erol Yılmaz. Yaşamak da bir yolculuktan ibaret diyoruz şiirleri olurken. Başlıyor ve bitiyor hayat. Aslında çok da abartılacak bir durum yok. Hepimiz yola düşmüş fanileriz.

Bunca söz zarar bir fani için
De bunu kelâm
Hoş geldin yoldaş ölüm
Aleyküm selam” (s.79)

Nihayet Kuşu’nun insana sunduğu bir esenlik var. Şairin kalbi gibi dupduru içten bir selam sıcaklığında şiirleri okudukça selamı alıyoruz ve iyi ki şiirler ve kuşlar var diyoruz.

“Sözü yormak değildir muradım. Binlerce hâşâ
Üstümde her dem uçan nihayet kuşu şahittir buna”
(s. 24)

Erol Yılmaz – Nihayet Kuşu- Temmuz Kitap - 2022

 





TÜRKÇE DÜŞÜNMEK TÜRKÇEYİ DÜŞÜNMEK

Mustafa UÇURUM

Türkçe Düşünmek Türkçeyi Düşünmek, D. Mehmet Doğan’ın Türkçe üzerine düşüncelerini örneklerle, yer yer ağır göndermelerle ele aldığı yazılarını bir araya getirdiği kitabı.

Kitabın Sunuş yazısından…

Hayatlarından memnun “dilci”lerimiz uydurma dil bayramını kutlamaktan da asla geri kalmazlar. Fakat bu bayramın aslını faslını, hakikatini hiç merak etmezler. “Dil bayramı” dedikleri gün aslında “Türkçenin cenaze töreni” icra edilmiştir!

Bu öyle bir cenaze ki, doksan küsur yıldır kaldırılamıyor!

Kitapta Doğan, Türkçe üzerine tüm hassasiyetini dile getirmiş. Konu derin ve önemli. Bu yüzden, sözünü budaktan sakınmadan söylüyor ne söyleyecekse. Dilciler, Milli Eğitim, akademisyenler, köşe başlarını tutanlar ve daha fazlası dilimizin düştüğü halden paylarını alıyor. Topu başka yere atarak vaziyetten kurtulmak imkânsız. Türkçedeki son durum malumdur ki hiç de iç açıcı değil. Dil Devrimi tüm yok edici etkisi ile devam ediyor.

Doğan, önce Türkçe düşünmek üzerine özellikle medeniyet ve dil çerçevesinde düşüncelerini paylaşıyor.  Merkezde duran ifade net; “Medeniyet dille olur, daha kestirmesi: Medeniyet dilsiz olmaz!” (s.13)

Masalların dilimiz üzerindeki etkisi çok güçlü. Masal, ninni, türkü, şarkı… Bunların hepsi ve daha da fazlası bu toprakların bir parçasıdır ve dilimizin en güzel örneklerini barındırmaktadır.

“Masal, efsane, mitoloji deyip geçmemek lâzım. Erken yaşlarda çocukların beslenme kaynakları, geleceklerini şekillendiriyor. Ninnisiz, masalsız, türküsüz, şarkısız çocuk büyütülmez.” (s.17)

Türkçenin geldiği son noktayı daha doğru anlayabilmek için tarihi süreci doğru tahlil etmek gerek. Yapılan devrimlerin, yenilik adı altında ortaya konan her türlü sadeleştirmenin sistemli bir şekilde ortaya konduğu anlaşılacaktır. Doğan, bu süreci tüm açıklığı ile anlatıyor. Görüyoruz ki değiştirilmek istenen, yok edilen sadece Türkçe değil bir milletin genleriymiş.

“Dil Devrimi, dilimizin genetiğine sert bir müdahaledir. Bu müdahale boşuna yapılmamıştır. Türkçe, tabii seyrinden çıkarılarak bir medeniyet değiştirme hamlesine girişilmiştir.” (s.32)

Osmanlıcanın zenginliğini ne kadar anlatsak eksik kalır. D. Mehmet Doğan da ayrıntılı olarak anlatıyor Osmanlıcanın bir medeniyet dili olduğunu. Ortaya konan eserleri düşünecek olursak Osmanlıcanın zenginliğini, çeşitliliğini daha iyi anlarız. Osmanlıcaya karşı olanların alsında bir dilden çok medeniyete karşı olduklarını anlamak mümkündür çünkü Osmanlıcanın çağrışımı olan Osmanlı’dan korkan, uzaklaşmak isteyen bir köksüzler grubu her zaman var olmuştur.

“Şunu söyleyebiliriz; Osmanlıca gerçek türkçedir, şimdiki dilimiz bozulmaya uğratılmış, tahrib edilmiş, yozlaştırılmış türkçe!” (s.40)

Türk Dil Kurumu’na da eleştirisi var yazarın. Üretememek gibi bir çıkmazda olunduğu muhakkak. Ya da olup biten durumu kabul etmekten başka bir şey değil sessiz kalmak. Salgın döneminde hayatımıza giren pandemi, izolasyon, filyasyon gibi terimlerin yerine Türkçe ifadeler kullanılması için Türk Dil Kurumu ne yaptı diye soruyor Doğan. “Bir Dil Kurumuz var mı?” sorusunun cevabını nereden tutsak oradan elimizde kalıyor.  

“Türkiye ilk defa bir salgınla karşı karşıya kalmıyor, ülkemize ne kıranlar girdi. Tıp ilminde de yeni değiliz. Bizim edebiyat dilimiz olduğu gibi, bir de tıp dilimiz var. Sürü halinde zihnimize hücum eden bu kelimelerin türkçe karşılıkları var. Kurum yetkilileri bu konuları derd ediyor mu acaba?” (s.65)

Türkçe Şiirle Kurtulacak

 Hem bir şair olarak hem de yazıda benim şiirimin de yer alıyor olmasından dolayı elbette mutluluk veren bir başlık bu; “Türkçe Şiirle Kurtulacak.”

Hece dergisinin Kasım 2020 sayısından paylaşımlar yapıyor Doğan. Şiirler ve yazılar… Konumuz Türkçe. Şiirlerden örnekler eşliğinde şu kanaatini dile getiriyor Doğan:

“Türkçenin geleceği ile ilgili karamsarlığımı ancak şiirler ümide tebdil edebiliyor.” (s. 87)

Öykü mü Hikâye mi?

Son zamanlarda ne kadar sık sorulur oldu “Öykü mü hikâye mi?” diye. Her iki tarafın savucuları da durdukları yerde kalmaya kararlı. D. Mehmet Doğan, tavrı net olanlardan. O, hikâye demeyi tercih ediyor. Bu konudaki düşüncelerini yazısında da geçmişten günümüze örnekler ve kaynaklar eşliğinde paylaşıyor. Hikâyelerle var olan bir milletin nasıl olup da öyküyle yüz yüze geldiğinin tarihini de anlatıyor. Öyküdür, hikâyedir, hayatımız anılar eşliğinde akıp gidiyor. Hikâyesinin öyküsünü yazanlar kavramlar arasındaki yarışta bir o yana bir bu yana savruluyor. Doğan’ın cevabı bu konuda değişmiyor. “Zeytinyağlı yesem de öyküye hikâye diyemem!”  bölümünün sonunda konuyu hikâyeye bağlıyor:

“Öykü hikâyenin yerine geçemez. Biz hikâye desek de öykü desek de yabancı dillerdeki karşılıkları değişmiyor.” Dilin istikrarı, düşüncenin istikrarıdır, edebiyatın istikrarıdır.” (s.97)

Kitabın 3. bölümü; Sahih Türkçe Yazıları adını taşıyor. Daha çok kelimeler üzerinden ilerleyen yazılar var bu bölümde.  İki kelime arasında kalanlar için rehber olacak bu yazılarda Doğan, elbette kendi fikrini söylerken inceden inceye göndermeler yapmayı da ihmal etmiyor. Elbette hisse almasını bilene.

Zenciler Siyah mı?, Çok Acımasızsınız! Ben Sizi Acımalı Bilirdim!, Araç mı, Aygıt mı, Yaraç mı?... gibi yazılar Türkçe hassasiyeti kadar Dil Devriminin etkilerini gözler önüne seren örnekler olarak yer alıyor kitapta.

Türkçe Düşünmek Türkçeyi Düşünmek bizlere Türkçenin geçmişten günümüze yaşanmış hikâyesini anlatan bir kitap. Yazarımız D. Mehmet Doğan olunca her cümlenin ağırlığını varın siz düşünün. Herkesin kendi payına alacağı notlar var cümle aralarında. Sonuç olarak da kitap bitince; artık kurduğu her cümleye dikkat eden bir hâl gelip yerleşecek içinize.

D. Mehmet Doğan, Türkçe Düşünmek Türkçeyi Düşünmek, Yazar Yayınları

 








Almeria İpekleri

Mustafa Uçurum

“Hatırlamak beni vatan bellemiş” diyor Betül Aksakal, Hatırlamak Kuyusu isimli şiirinde. İnsana bir kalbi olduğunu hatırlatan dizeleriyle kurduğu şiirlerinde hisleri güçlü imge dünyasıyla, iyi ki şiir var dedirten bir içtenliğe sahip şiirlerin şairi Betül Aksakal.

Almeria İpekleri, Betül Aksakal ‘ın ilk kitabı. Şule Yayınları arasından okuyucuya ulaşan kitapta otuz üç şiir var. Kısa ve etkisi güçlü şiirler bunlar. Okuduktan sonra tekrar okuma isteği uyandıran bir davet içinizde çınlayıp duruyor.

Aksakal’ın özgün söyleşileri şiiri tekrar okuma isteğinizin ilk sebebi.

“Mezarlarla uyuyan kedilerin yağmuru (s.29)
“Hiçbir atlas taşımadı beni Selçuk diyarlarına” (s.38)
Aramızda rüyadan köprüler var (s.56)

Kitaba ismini veren Almeria İpekleri okuyucuda merak uyandıran bir çekiciliğe sahip. Klâsik ifade ile şairin anlattığı ile sizin anladığınız farklı olabilir çoğu kez. Benim Almeria denince aklıma hemen Endülüs geldi. İpeklere sarıp sarmaladığımız Endülüs. Akdeniz’in tüm sıcaklığını yansıtan, ipek tenli şehir.

“Her kelime üşütüyor şairi
Ah Almeria ve ipekleri” (s.26)

İkinci şiir Almeria Eğlentisi. Yine ipek ve ipeklere kuşanmış bir eğlenti.

“İpeğin sırrıyla başlar eğlenti
Almeria, Almeria ipekleri
Nereye isterse insan
Oraya götürür” (s.28)

Betül Aksakal hissiyatlarını şiirine yansıtan bir şair. Dünya ile olan irtibatı bu yüzden oldukça güçlü Aksakal’ın.  Savaş Azadı şiiri bu hassasiyetin şiiri. Srebrenitsa için kaleme alınmış bu şiirinde şairin ümmet bilincini gür bir eda ile kuşandığını hissediyoruz.

“Her sabah mütarekenin
Doyurduğu uykusuz gözlerde
Toplu mezarlar bulmak
Hangi yüzyılın medeni mirasıdır” (s.57)

Perşembe Savaşları, kitabın şiirselliği en güçlü şiiri. İmge yoğunluğu ve kurgusu öyle yüksek bir perdede ki şiirin, şairin bundan sonraki şiirlerinde de bu sesi bekliyor olacağım.

“Beni meraklı insan bakışlarına hapsettiler
Öğrendim yaşamayı hem kendi kendimle
Hem de aynı kentte
Yüz bin yeniçeriyle”

Değerli dostumuz Asım Gültekin’e ithaf edilmiş bir şiir de var kitapta. Dua niyetine.

“Bir kekliğin yarası bir dervişe dert olur
Sinesinde gazeller, kuşlar, zikirler
Ozanca, keklikçe, dervişçe
Hay Hak Hû!” (s.37)

Betül Aksakal’ın ilk kitabı Almeria İpekleri, iyi bir şairin ayak seslerini duyuran şiirler geçidi sunuyor bize. Çalışılmış şiirlerin havasını hissediyoruz dizelerde. Şair dizeler arasında bir ömür çizgisini koyultarak ilerliyor. Şiirle ve gökyüzüne binbir selam ile.

“Şiir memuru, evine vedaları
Sokakları, ışıkları taşır
Camino, ne de olsa
Bir vedadır, bütün dillerde” (s.61)

Betül Aksakal, Almeria İpekleri, Şule Yayınları, 2021  








Kuşun Kanadı

Mustafa Uçurum

Erdal Şahin’in anı-öykü türündeki kitabı Kuşun Kanadı, anlatımı ve içeriği ile size huzur veren bir içtenliğe sahip. Anlatılan her şey yaşadığımız hayat gibi diyeceğiniz o kadar çok ayrıntı var ki… Abartıya gitmeyen, ütopik dünyadan uzak, Anadolu gibi temiz ve huzur veren bir kalbin seslenişi Kuşun Kanadı.

Çıra Yayınları arasından çıkan kitapta on dört hikâye var. Hepsinde de yaşanmışlık hissini duyabiliyorsunuz. Bir sokağın köşesinden Yaşlı Deli’nin çıkma hissini, bir annenin fedakârlığını, helal-haram çizgisindeki hassas dengeyi, bir kuşun kanadındaki kalbin inceliğini, baharı, çalışmayı, geçmiş günlerin ruhu okşayan huzurunu yazarla birlikte siz de yaşıyorsunuz.

Erdal Şahin, gönül deryasından sakinlikler topluyor. Bir çocuğun kalbinden bakar gibi bakıyor dünyaya. Hiçbir art niyet yok. Masumca ve çıkarsızca.

Bir kekliğin kanadını kıran çocuğun kırık koluna bakarak söylediği hakikat; “Ben bir kuşun kanadını kırdım, benim de kanadım kırıldı.” (s.39)

Yaşadığımız çağ bizim içimizi acıtarak ilerliyor. Yok ediyor güzel olan ne varsa. İşte biz bu yüzden hep geçmiş zaman türküleri söylüyor, masal zamanlarının mutluluğuyla avutuyoruz kendimizi. Erdal Şahin de bunu sık sık yapıyor. Eski ramazanlar, eski dostluklar, güzel günler, unutulmaz vakitler ve bir radyonun en iyi dost olduğu zamanlara doğru gidiyoruz. İçimizde heyhatlar, boğazımıza düğümlenen bir acı…

Yaşadığı şehrin aynası olmayı da ihmal etmiyor Şahin. Karla kaplı yollar, dostluklar, unutulmayan güzel günler… Tabii ki acılar da var. Hem de en derin acılar. Van’da yaşıyor Erdal Şahin. Depremi tüm şiddetiyle yaşayanlardan o. “Kıyametin Provası” diyor yaşanan depreme. Elbette ancak yaşayan bilir. Cümlelerde sarsıntının etkilerini hissediyoruz.

  Ve mutluluk… Hem de küçük şeylerle mutlu olmak. Kalbin huzurla dolması da mutluluktur.

“Adam çayından bir yudum aldı, kitabını bir tarafa bıraktı ve farklı bakışlarla etrafı iyice süzdü, gördüğü manzaralar karşısında kendi kendine ‘İşte mutluluk ve huzur bu olsa gerek.’ dedi.

Hayatın yoğunluğu içinde bir nefeslik huzur için Erdal Şahin’in öyküleri size çok iyi gelecek. Hayat kadar gerçek, huzur kadar sakin.

Erdal Şahin – Kuşun Kanadı – Çıra Yayınları



İNSAN GÖÇER

Mustafa UÇURUM

Göç kavramına artık herkes yeterince aşina. Sadece destanlarda karşımıza çıkan ve kurtların, kuşların, dağın, taşın “göç, göç, göç…” dediği vakitlerden çok farklı anlamları var göçün. Bizler yüzyıllardır topraklarımıza sımsıkı tutunarak yaşamaya devam etsek de yurdunu terk etmek zorunda kalan göçerlerin hayatlarına şahit olmaya devam ediyoruz. Elbette bahis konusu olan bir iç göç ya da iş bulmak amacıyla yapılan göçler değil. Yurdunu terk etmekten bahsediyorum.

Göç üzerine yüzyıllardır yazılıp çiziliyor çünkü toplumu derinden yaralayan bir olgu olma özelliğini sürdüren bir derin etkiyle yaşamımızda yer etmeye devam ediyor göç.

Mustafa Dinç’in ilk kitabı Göç, isminden başlayan bir hüznün ilk ipuçlarını veriyor bize. Kitapta dokuz hikâye var. Kitaba ismini veren Göç, en hacimli hikâye. Hatta hikâyeyi okurken “Bunun romanı bile yazılır.” diye düşündüm. Öylesine derin ve insanı en hassas noktasından tutan bir konu yakalamış Dinç.

Kudüs, Filistin, Mescidi Aksa dediğimizde içimizde çırpınıp duran bir kuşun kanat seslerini hemen duymaya başlıyoruz. Derin anlamlı bir coğrafya bizim için Kudüs. Elbette o toprağın gerçek sahipleri için ifade ettiği anlamı ne söylesek tam olarak anlatmamız imkânsız. Kudüs’e yapılan her saldırıda bizim yüreğimiz yanıyor ama orada yaşayanların evlerinin damı çöküyor başlarına. Yürekleri bir cendereye hapsoluyor.

Mustafa Dinç, her satırında gerçek bir hayat hikâyesinin izlerini taşıyan Göç’ü anlatırken bizler de Rezzan ve Yasin ile birlikte yaşıyoruz tüm acıları. Anlatım oldukça duru ve gerçekçi. Toprağına aşık bir gönül Rezzan. Kalbi Gazze ile atan bir dağ çiçeği.

“Yasin seninle evlenirim ama gidelim.”

“Ne diyorsun, nereye gidelim?”

“Gazze’ye gidelim Yasin, orada yaşamak ve yaşlanmak istiyorum. Orada çalışmak, hizmet etmek ve orada ölmek istiyorum.” (s.45)

Rezzan böyle söylese de ne yazık ki Gazze’den de göçmek zorunda kalıyor; İstanbul’a. Acıyla, hüzünle yaşanan bir hayat.

Yazar hikâyede kendini gizlemiyor. Hakim bakış açısı ile düşüncelerini de sıralıyor.

“Arap Baharı başlayalı bir yılı geçmişti. Bu nasıl bahardı? Bu coğrafyalara gerçek bahar ne zaman gelecekti?” (s.69)

Kitaptaki diğer hikâyeler hayatın içinden ve insan yanımızı sık sık yoklayan kesitlerden oluşuyor. Dinç, bize aslında olup biteni anlatıyor. Bizlerin de şahit olduğu ama dilimizin ucuna gelip söyleyemediğimiz gerçekler bunlar. “Elma Kurdu” tam da böyle bir hikâye. Görünüşü ve sözleri ile din kisvesine bürünenlerin nasıl olup da bir sahtekârlığın parçası olduğunu görüyoruz. Tam da yaşadığımız gibi. İnsanı en çok da insan aldatıyor en saf yanından.

“Olur mu? Hacım helallik istemek şart. Biz yediğimize, içtiğimize dikkat ederiz.” (s.19) Bu cümleyi kuran kişinin durumu da hikâyenin sonunda ortaya çıkıyor.

İnsan, tüm hikâyelerde merkezde. Veli’nin en güzel deli halleri,  Duran Hoca’nın hali pür melali, İhsan’ın en insan yanı, öğretmenler, hastalar ve koyunlar…

Kitapta bir de fabl tadında hikâye var. Kahramanları koyunlar. İnce göndermeler yapıyor Dinç. Güdülenler, güdenler, baş olanlar, baştan çıkanlar. Hepsi de insan yanımızdan bir parça alsında. Kahramanların koyun olması ya da koç olması da bir ironi olarak kabul edilebilir. 

Mustafa Dinç’in ilk kitabı Göç, hasiyetleri ön planda tutan tavrı ile oldukça başarılı bir kitap. Yazarın anlatımda kendini göstermek istemesi, aynı hikâye içinde hem birinci kişi hem de üçüncü kişi ile olaylara hakim olmak istemesi de onun eğitimci yanının bir göstergesi olarak kabul edilecek inceliğe sahip.

Mustafa Dinç, Göç, KDY, 2020

   📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑




Papağanlar, Panayırlar, Hasatlar

Mustafa Uçurum

Cezbedici kitap isimlerinin nazarımda ayrı bir yeri vardır. Biliyorum ki çevirdiğim her sayfa beni farklı bir alemin kapısına bırakacak. Girdiğim her kapı, dünyama yeni bir güzellik armağan edecek. Bir de bu kitabın yazarı önceki kitaplarıyla da özel bir yere sahipse benim dünyamda, işte o zaman her türlü sürprize açık bir yolculuğa çıktık demektir.

Yıldız Ramazanoğlu demek; soluk soluğa bir şehri yaşamak, başınızı dayadığınız bir cam kenarından dünyaya özgün bakışlar atmanın diğer bir adıdır. Sınırların ortadan kalkması, binbir renkli çiçeklerin yolunuzu kesmesidir.

Papağanlar, Panayırlar, Hasatlar; Yıldız Ramazanoğlu’nun yeni kitabının adı. İsimden ve kapaktan başlayan bir gizem sizi kitaba davet ediyor. Bir de iyi bir Ramazanoğlu okuyucusu iseniz okuduğunuz her yazı içinize serin bir rüzgâr bırakmaya başlayınca aradığını bulan bir seyyahtan başka bir şey değilsinizdir artık.

Üç bölümden oluşuyor kitap; Yazmak, Yaşamak, Ölmek. Yazarın dünyasındayız. Yazmakla başlayan bir yaşamın ölüme uzanan keskin çizgisinin tam üzerinde yol alıyoruz. Okuduğumuz her yazı bizi yazara bir adım daha yaklaştırıyor. Severek okuduğum yazarlardan hep böyle kitaplar beklemişimdir. Yazma serüvenleri, okuma dünyaları, hayata bakışları, etkilendikleri imgeler gibi birçok konunun ele alındığı bu kitaplar bir nevi el kitabı mahiyetindedir de. Yazarı anlama ve tanıma rehberi.

Ramazanoğlu’nun yazarlığa nasıl başladığını ilk yazıdan öğreniyoruz. Çocukluk yıllarına uzanan bir hikâye bu.  Yazmaya şiirle başlamak gibi bir algı tüm canlılığı ile aramızda yaşıyor diyebiliriz. Yazar da çocukken yazdığı şiirle başlıyor kalemle olan ahbaplığına. Daha sonra hikâyeler, yazılar, yazılar…  Yaşamak ve yazmak üzerine derin düşüncelere dalabileceğimiz notlar var kitapta.

“Çocukken kırlara gittiğimizde çiçeklerin yaprakların içine bakmaya yarayan küçük bir büyütecim vardı, hâlâ saklarım. Sonra merakımdan eczacılık okuyup bitkilerle iyice hemhâl oldum. Eczacılıkla edebiyat ne alaka diyorlar. Şu alaka ki ikisi de iyileşmekle ilgili. İnsanın, toplumun, eşyanın, hayatın içine bakmakla…”

Gençlerle atölye çalışmaları yaptığım için çok iyi biliyorum ki usta yazarların yazma hikâyeleri gençler için çok önemli bir kaynak eser mahiyetini de içinde barındırıyor. Kitabın özellikle “Yazmak” bölümü her detayı ile gençlere rehberlik edecek bir incelikle kaleme alınmış. Bir yazının vücuda geliş aşamaları, yazmanın insan hayatındaki yeri, kaynağı gibi birçok detay bu bölümde karşımıza çıkıyor.

Yazma hikâyelerinde Ramazanoğlu, “yazılış öykülerini” anlatıyor. Severek okuduğumuz öykülerin içine yazarıyla birlikte süzülüyoruz. Detaylar gözümüzde daha bir netleşiyor.

“Çiçekli Bir Boşluk. Varsa yoksa zorunluluklar ve tarif edilmiş içi boş mutluluklar. Çoğu insan gibiydim, bir hikâyemiz olup olmadığını bile anlayamadan geçip gidiyordum bu dünyadan. Bir de tanımlanma şiddeti var, herkes sizin kim olduğunuzu söyler. Hilaf-ı hakikat bir geçmiş icat etmeyelim ama bırakalım da herkes küflü, kuru, çakıllı belleğin birikintileri arasından kendisi bir delil bulsun zatı hakkında.”

“Yaşamak” bölümünde ilham veren hallerini paylaşıyor yazar. Annesi, küçük yaşlardan beri dinlediği okuduğu Mevlid, okumalar, şahitlikler, kişiler ve mekânlar var.

Sonra hayvanlar… Kediler, teşhir edilen hayvanlar, leylekler bir bir arz- ı endam ediyor içimizin en içli köşelerinde. Hayvanların en çok da acıyla bakan gözlerine dikiyoruz gözlerimizi.

“Hafiften titreme gelmişti, köpeklerin gözlerindeki derinlik, dışa vuran sessiz harflerin alev topu gibi etrafa saçılışı yerle bir etmişti günümü.”

Ve Ölüm. Her şeyin sonu gibi kitabın da son bölümü. Ne çok ölüm var diyoruz ölümün soğuk nefesi üstümüzde esip dururken. Ramazanoğlu ile ölümün hallerine biz de şahit oluyoruz. Dünyanın tek hakikati karşısındayız. Kaçış yok. “Şehit” yanbaşlığında Ömer Halisdemir’in toprakla kucaklaşma anını anlatıyor yazar. Şehitlikle ilgili notlar var bu bölümde. Ölümlerin en güzeli ile baş başayız.   

“Anlatamayız şehitliği, haşa. Şehidin terbiyesinden geçen sokaklarda ilerliyoruz, dünyevi arzuların hesapların muhasebenin eleğinden geçtiği topraklara basarak, yatışmış, bir anda olgunlaşıp bilgeleşmiş bir ahalinin arasından geçerek.”

Papağanlar, Panayırlar, Hasatlar elinizden düşürmeyeceğiniz bir kitap olacak. Öykü tadında yaşanmışlıklara şahit olacaksınız, yazmak denen o büyülü dünyanın tüm renkleriyle adeta kendinizi bir panayırın tam ortasında hissedeceksiniz.  Yıldız Ramazanoğlu’nun penceresinden dünyaya bakmanın tarifsiz mutluluğunu hissedeceksiniz her yeni yazı ile birlikte ve bir kalbimiz olduğunu fark edeceğiz.

“Artık kalbin anlamını düşünmeye vakit olsun. Peki bu hız içinde gökyüzüne bakmayı geçelim, bir kalbimiz olduğunu fark edebiliyor muyuz?”

Yıldız Ramazanoğlu- Papağanlar Panayırlar Hasatlar - İz Yayıncılık- 2022

  📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑 📑📑📑📑📑📑📑📑📑

  


HER ŞEHRE BİR BİLGE GEREK

Mustafa UÇURUM

1996 yılıydı. Sivas’tan Konya’ya M. Ali Köseoğlu’yla tanışalım, hemhal olalım diye niyetlenmiştik. O yıllarda biz Martı dergisini çıkarıyorduk, o da Ahmet Aka ile Eylül dergisini çıkarıyordu.  Bir gece ansızın düştük yola. Şehre geldik, birbirini hiç görmemiş uzak dostlar olarak romanlara konu olacak bir serüven sonunda buluştuk.

Konya’yı gezdik, yeni dostlarla tanıştık. Bir de Hacı Veyiszade Camii’nin güllerle süslü bahçesinde oturduk, çiçekli fotoğraflar çekindik. Camii daha yeni ibadete açılmıştı. O zaman ilk defa duymuştum bu ismi. Daha sonra onu tanıdıkça gördüm ki Hacı Veyiszade, Konya için bir değer. Onu tanımak ve tanıtmak gerek.

Şimdi elimde Abdullah Harmancı’nın Bilgenin Gölgesi kitabı var. Tamamen gizemler kitabı diyebileceğimiz bir incelikle dokunmuş özenli bir çalışma bu.

Harmancı, son zamanlarda çocuklar için yazdığı kitaplarla da gönül dünyamıza sesleniyor. Ben de büyük bir keyifle okuyorum onun yazdığı her kitabı. Bir öykücü bakış açısının usta sesini duyuyoruz bu kitaplarda da. Çocukların dünyasına girmek için gerekli tüm donanımı Harmancı çocuk kitaplarında da seferber ediyor. Yani olması gerekeni yapıyor. Çünkü bu alan; daha hassas olunması ve özen gösterilmesi gereken bir denge unsuru olarak hayatımızda yer tutuyor.

Bilgenin Gölgesi, bir dede ile torununun sohbetine davet ediyor bizi. Anlatan bir dede ve meraklı bir torun var karşımızda. Melek’in sorduğu her soru önümüze yeni bir kapı açıyor.

Bir bilgeyi anlatıyor dede. Uzun bir süre bilgenin kimliğini öğrenemiyoruz. Bu bilge; şehre anlam katan, gönülleri fetheden,  kerametleriyle bir Hak dostu olduğunu gösteren kişiliğe sahip.

Harmancı, heyecanı diri tutmak adına bilgenin kimliğini torununa söylemiyor. O anlattıkça merak unsuru da had safhaya yükseliyor.

“İşi gücü ders vermekmiş. Anlatmakmış. Öğretmetmiş.
“Huuuuu! Dedeeeeee!”
Dinlemekmiş. Sormakmış. Cevap vermekmiş. Merak etmekmiş.”
“Yahu dedeeee!”
Gülümsemekmiş. Yardım etmekmiş. Sevmekmiş. Dua etmekmiş.”
“…”
“Ellerini sakallarına götürür, dudakları kıpırdar. Çekik gözleri sizin için güzel şeyler planlarmış.”
“Puffffffffff… Ben ne diyorum, beni dinlesene! Kimden bahsediyorsun? Meraklandırma beni.”

Melek’in bu mücadelesi kitap boyunca devam ediyor. Bilgenin ölüm yıldönümünde gerçekleşen dede torunun sohbeti mezarlıkta son buluyor. Bilge kişi Mustafa Kurucu. Nam-ı diğer Veyiszade.

Harmancı’nın, kitabın sonuna not olarak düştüğü nottan; “Son sözüm şudur: Bilgemizi ve binlerce bilgeyi evrensel sanat-edebiyat dilinin konusu yapmanın yollarını aramalıyız. Dünyadaki bütün insanların göz bebeklerinde parlayacak bir ateş yakmalıyız. Bilgelerin mesajı evrenseldi. Bizim anlatım dilimiz de öyle olmalı.”  

Şehirler; taşıyla, toprağıyla değerli olduğu kadar manevi dinamikleriyle de ayakta durur. Bazılarının yüzü suyu hürmetine tüketiriz ömür denen törpüyü. Artık yapılması gereken, bu bilge kişileri yeni nesillere tanıtmaktır. Onların ruh iklimine uyan şekilde ve gönüllerine dokunan üslupla bunu yapmak çok önemli.

Harmancı’nın çocuk kitapları ile yapmak istediği tam da bu. Bu bereketli topraklarda anlatılmayı bekleyen daha o kadar çok bilge kişilik, dokunulmayı bekleyen değer var ki…

Bilgenin Gölgesi her ne kadar Konya’nın üzerine düşse de hepimizin alacağı hisseler var kitapta. Gönül telini titreten her cümlenin yol göstericimiz olması dileğiyle.

“Bir kalpten bin kitap çıkar ama bin kitapta bir kalp bulunmaz.”

Siz Mevlana olmaya bakın, Allah nasıl olsa bir Şems gönderir!”

Marifet incitmemekte değil, incinmemekte!”

Abdullah Harmancı – Bilgenin Gölgesi- Beyaz Bulut Yayınları - 2020

📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑 📑📑📑📑📑



Tahta Atın İçindekiler

Mustafa UÇURUM

Şiir üzerine yazmak şiir yazmak kadar önemli ve derinliği olan bir konudur. Şiire olan rağbeti şiir üzerine yazma konusunda pek de göremeyiz.  Necip Fazıl’ın  “Arı bal yapar fakat balı izah edemez.'' sözü izahın ne kadar güç olduğuna dair iyi bir örnektir. Ortaya konan eseri anlatmak bazen eser ortaya koymaktan güçtür. Yol yordam öğretmek ve ortaya konan bir eseri tüm boyutları ile irdelemek oldukça meşakkatli bir uğraştır. Sadece işin insana verdiği yorgunluk algısı değildir bu. Sözün ulaşacağı menzili bazen kestirmek güçtür. Bu bağlamda şiir üzerine yazılan yazıları şiir kadar önemsediğimi belirtmek isterim. Özellikle şiir yolculuğuna çıkacak gençlere ilk tavsiyem de şiir ve şiir okumak kadar şiir üzerine söylenmiş sözleri de takip etmelidir.

Faruk Uysal, şairliğinin ve çevirmenliğinin yanında şiir üzerine düşünen ve bu düşüncelerini uzun yıllardır dergilerde paylaşan bir isim. Bu işi, yol gösterici bir usta hassasiyeti ile yapan ender isimlerdendir Uysal. Hece dergisindeki Hece Postası bölümünü yönetirken dergiye gelen şiirleri incelerken izlediği yol çok incelikli ve usta işiydi. Sadece şiirleri değerlendirmekle kalmıyordu Uysal. Şiir üzerine ufuk açıcı bakış açılarını da genç şairlerle paylaşıyordu. Bu yazılar da “Şairin Çekmecesi” ismiyle kitaplaştı.

“Tahta Atın İçindekiler” de Faruk Uysal’ın yeni kitaplarından. Şiir, şair ve şiir kitapları üzerine yazılar yer alıyor kitapta. Yani merkezde şiir var. Yirmi yıldan fazla bir süreyi içine alıyor kitaptaki yazılar.

Ele alınan şairlerin poetikaları yanında Uysal, kendi şiir dünyasının kapılarını da açarak yazılara farklı bir zaviye de kazandırmış oluyor. Yani sadece bir bilgi aktarımı yok kitapta. Şiirin açtığı yolda bir şiir birlikteliği de kurulmuş oluyor. Mehmet Can Doğan’ın Törenler ve Komplolar kitabı hakkında yazdığı yazıdan bir bölümü buraya alıyorum.

“Özellikle, İsmet Özel’le aynı izleği taşıyan şiirlerinde, Özel’in kişiselleştirdiği bakır dudaklar, safran, safir, safra ve katran gibi sözcükleri kullanması, İsmet Özel’in taklit edildiği gibi bir oluşturuyor zihnimizde. Hemen belirtmeliyim ki, taklit etmeyi bir hamlık, bir acemilik belirtisi olarak görmüyorum ben. Aksine gerekli buluyorum.” (s. 47)

Yedi Güzel Adamın Gücü

Kitaptaki tüm yazıların yayınlandığı yer ve tarih not olarak düşülmüş. Giriş yazısında da Uysal’ın belirttiği gibi bir yazıda bu not yok. Yedi Güzel Adamın Gücü yazısında tarih ve yer bilgisi yok. Bu bir önem arz eder mi, düşünmek gerek. Özellikle TRT dizisinden sonra Yedi Güzel Adam imgesi daha geniş kitleler tarafından bilinir oldu. Edebiyat dünyası Cahit Zarifoğlu’nun bu şiirine zaten aşina idi. Popüler kültür, ağına aldığı bu kavramdan sonra birçok isim terennüm edilir oldu. Özellikle altı isim üzerinde ortak bir kanaat yürütülürken yedinci ismin farklı isimler üzerinde döndüğüne de şahit olduk.

Uysal’ın yazısı bu konunun gündemde olduğu zamanlara mı ait bunu bilemiyoruz. Çünkü yazının tarihi yok. Daha da önemlisi, Uysal hiçbir ismi telaffuz etmiyor. Hatta işaret ettiği noktalar oldukça ciddi karşılığı olan noktaları gösteriyor bize.

“Ama gerçekte şiirin yedi insana dair olduğunu sadece şiirin isminden ve ‘Yedi adam biri bir gün’ şeklinde tekrarlanan dizeden anlayabiliyoruz. Bu iki ipucunun dışında, bu insanların kaç kişi ve kimler olduğu, daha doğrusu kimlere (günümüzde yaşayan birilerine mi, bazı veli kişilere ya da peygamberlere mi) gönderme yaptığı belli değildir.” (s.85)

Şairler Geçici

Faruk Uysal, kitapta birçok şairin şiirinden, kitabından bahisler açıyor. Alaeddin Özdenören, Cahit Koytak, Cevdet Karal, Ali K. Metin, Edward Estlin Cummings, Edgar Allan Poe, Ububekir Eroğlu, Akif İnan, Hayriye Ünal… ve daha birçok şair konuk oluyor Uysal’ın kitabına.

Şiir ve Çeviri

Faruk Uysal’ın şair kimliği kadar çevirmenliği de önemlidir. Bu konuyu da ele alıyor Uysal. Konuya, Sezai Karakoç’un çeviri eserleriyle giriş yapıyor. Karakoç’un çevirileri hakkında bilgi veriyor. Yazının bir yerinde şiir çevirisi üzerine düşüncelerini de paylaşıyor.

“Örneğin, şiir çevirisinin imkânsız olduğuna dair yaygın bir kanı vardır. Bu kanıyı besleyen nedenlerden biri çevirinin kendi içinde taşıdığı açmazlarsa, diğeri de şiir çevirisinde kötü örneklerdir. Ama bu yaygın kanıya rağmen süregelen bir gerçek söz konusu; çeviri şiir yüzyıllardır var ve gün geçtikçe daha da gelişiyor. Bu bakımdan biraz da iyi örnekleri görmek gerekiyor.” (s.132)

Tahta Atın İçindekiler

Kitaba ismini veren Tahta Atın İçindekiler yazısı için kitabın özeti diyebiliriz. Uysal, “Bir şiir nasıl yazılır?” sorusunun ardına düşüyor. Dünya edebiyatından şairlerin bu konudaki fikirlerinin derlendiği bir yazı bu. Benzerlikler, taklit, etkilenme gibi konular çevresinde ele alınıyor konu. Poe’nin ve Mayakovski’nin şiire ve şiir yazma sürecine dair düşünceleri de yazının merkezinde yer alıyor.

Faruk Uysal’ın şiirin yol rehberi olacak yazılarını bir araya getirdiği Tahta Atın İçindekiler özellikle şiir üzerine kafa yormak isteyenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap. Türk ve Dünya Edebiyatı’nın şiirle genişleyen nefesine usta işi bir bakış var bu yazılarda.

 Faruk Uysal, Tahta Atın İçindekiler, Hece Yayınları, 2021

📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑  




BU HİKÂYELERDE ANADOLU'NUN SESİ VAR

Mustafa UÇURUM

Kendi toprağının sesi olmak, yerlilik denen kavramı daha anlamlı hale getiriyor. Özlü bir tanımlama için de bu ses, söz sahibi için bir kimlik görevini üstleniyor. Anlamak, anlatmak ve tüm bunları yaşayarak yapmak, sözün samimiyetini de pekiştirmiş oluyor.

Tanzimat sonrası edebiyatımızda Anadolu’yu görmeden evlerinin teras katında izledikleri İstanbul siluetiyle Anadolu hikâyeleri yazanlarla Ömer Seyfettin, Refik Halid, Reşat Nuri gibi isimler elbette aynı kefeye konamaz. Memleket toprağının kokusunu içlerine çeken bu isimlerin anlatımındaki içtenlik, yazdıkları hikâyeleri yaşamalarından da gelmekteydi.

Yunus Emre Vural görevi gereği Anadolu’nun birçok yerinde bulunmuş bir isim. Bu mümbit coğrafyayı yaşayan ve hisseden bir yazar olduğunu ilk kitabı Gelevera Deresi’nden anlamak mümkün. Çıra Edebiyat’tan çıkan kitapta on üç hikâye var. Hepsinin de mekânı Anadolu’nun bir köşesi.

Anlatımdaki akıcılık ve samimiyet kitabı bir solukta okutturuyor. Hikâyeler bitip de kitabın kapağını kapattığınızda içinizde yaylalar, göğe yükselen ormanlar, dereler, tozlu köy yolları, kasabaların samimiyeti ve daha birçok güzellik arz-ı endam ediyor. Uzun bir süre bu etkinin sizi kuşatacağı muhakkak. Çünkü anlatılan hepimizin hikâyesi.

Yunus Emre Vural, hakim bir bakış ile kaleme almış hikâyelerini. Olup biteni izliyor, müdahale etmiyor, olayları akışına bırakıyor. Zaten her şey o kadar doğal ki içinizin bir bahar yeline teslim olması an meselesi.

Hikâyeleri özel kılan bir nokta da Vural’ın özeleştiri yaparak kendi mesleğine dair göndermeler yapması. Birçok hikâyede karşımıza çıkan bir kaymakam var. Bazen olayların tam içinde olan (Mevlid), bazen konunun bir yerinde yer alan (Çeltik, Duvar Halısı…) kaymakam; Vural’ın bakış açısı ile yer alıyor hikâyelerde.

Çeltik hikâyesinde geçen şu bölüm Vural’ın samimiyetini, hassasiyetini işaret ediyor bizlere.

“İlk kez muhtar seçildiğinde soluğu kaymakamın yanında almış, köyün eksiklerini bir çırpıda anlatıvermişti… Ancak günler bir bir geçerken köyde hareketlilik gözlenmiyordu. Ne kepçe geliyor ne sulama borusu. O vakit anladı ki bu işte bir terslik vardı. Zamanla kimin yanında duracağını da öğrenmişti… Kaymakamla birlikte oturup hangi köye ne hizmet götürüleceğine karar veriyorlardı. Yani doğru adamları yedirip içiriyordu.” (s.10)

Olağanüstülükler yok Vural’ın hikâyelerinde. Yeni her şey olması gerektiği gibi. Akış, hayatla eş değer ve aynı sıcaklıkta. Yakalanan ritme kendinizi kaptırıyorsunuz. Duvar Halısı isimli hikâyede olay örgüsü günlük hayatın bir sahnesi gibi görünse de Vural’ın anlatımındaki içtenlik ve cümle aralarına serpiştirilen merak unsuru son cümleye kadar hissiyatı canlı tutuyor.

Kitaba ismini veren Gelevera Deresi, bir hikâyede karşımıza çıkıyor. Tomruk hikâyesinde gelişen olaylar, mistik hava, kurgu bizi alıp derenin kenarına bırakıyor.

Sevinç, hüzün, korku, nükte birçok hikâyede art arda veriliyor. Aynı duyguların yerine insanı kuşatan tüm haller ete kemiğe bürünüyor, bir hikâyenin kahramanı olarak hayat buluyor kendisine. Yasin hikâyesi, böylesine yaşanan duyguların akışında genç bir yüreğin terennümünü sunuyor bizlere. Umut, kırılmalar, yılgınlık, yüzde hafif bir tebessüm…

Yer Titreği hikâyesi de aynı duygu seline kaptırıyor bizi. Hayatın olağan akışı devam ederken yaşanan depremle ortaya çıkan sahne güler misin ağlar mısın dedirtecek cinsten uç noktalarda geziyor.

“Kahveci Ramazan’ın camiyle zaten hiç işi olmamıştı. Onun hâli daha da dramatikti. ‘Laaa ilaaahe illallah… ve eşhedü enne Muhammeden….” Kelime-i şehadetle kelime-i tevhid birbirine karışmış, boynundaki havlu kırk yıldan beri belki de ilk kez yere düşmüştü. Kalabalık o kadar doğal bir şekilde kendini dışarı atmıştı ki ağzında sigarası elinde pişpirik kâğıtlarıyla birbirine dert yananlar bile vardı; ula kirve elim de çok güzeldi haa!” (s.89)

Yunus Emre Vural’ın Gelevera Deresi, bir ilk kitap için oldukça başarılı bir çalışma. Hikâye unsurlarını göz ardı etmeden ve kurguyu doğallıkla harmanlayan bu üslup bize yeni hikâyelerin de kapısını aralıyor. Anadolu, tüm samimiyeti ve bereketi ile yeni hikâyeleri yaşamaya devam ediyor. Bu sese kulak vermek de bir hikâyedir aslında.

Yunus Emre Vural, Gelevera Deresi, Çıra Edebiyat, 2022

    📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑 


              


GÜN KARŞI TEPEDEN

Mustafa UÇURUM

Çıkmasını heyecanla beklediğim kitaplar vardır. Bir de ne yazsa okuyacağım isimler…

Ali Karaçalı az yazan ama her cümlesi ile iz bırakan kıymette bir yazar. Kamçı hakkında yazdığım yazıyı; “Ali Karaçalı’dan yeni öyküler bekliyoruz.” diye bitirmiştim. Daha sonra denemeler ve günlükler okuduk onun kaleminden. Her biri samimiyetle ve vesika hassasiyetiyle dokunmuş bu yazıların ardından çıkageldi “Gün Karşı Tepeden.” Bir müjde gibi, içimize dokunan bir incelikte ve Ali Karaçalı’nın samimiyetini satır satır hissettiren bir güneş gibi doğan gün karşı tepeden.

Kitabın girişinde; “Hayatımın kırk yılının yazıya dökülmüş kayıtlarından küçük bir seçki.” diyor Karaçalı. Kitabı okuyunca görüyoruz ki kırk yılın Türkiye’si karşılıyor bizi. Edebiyatıyla, mevsimleri, acıları, kaosları ve hüzünleriyle…

Üç bölümden oluşuyor kitap.

Doğu Yazıları

Ağrı’da yazmaya başlıyor Doğu Yazıları’nı Karaçalı.80’li yılların Türkiye’sini anlatıyor her şeyiyle. Edebiyat dergisinde çıkıyor bu yazılar. On beş yazı var bu bölümde. Siyah beyaz Türkiye fotoğrafı hiç gitmiyor gözümün önünden. Şiirsel bir anlatım, yaşananlara sizi de şahit tutan bir çağrı, olup bitenlere hakim bir bakış açısı ve düş ile gerçek arası yaşananlar.

Kitabın türü deneme olsa da sizi anı tadında bir üslup karşılayacak.

“Gece. Her şey düşsel bir görünüm içerisinde. Yollar uzuyor, kıvrılıyorlar önümüzde. Bu dağı öteki dağa, bu köyü bir başkasına ekleye ekleye gidiyor yollar. Arabamız sancıya tutulmuşçasına inliyor; sessiz, alabildiğine ıssız ve görkemli bu gecenin ortasında, bu dağların arasında.” (s.11)

Çok ilginç olaylara da şahitlik ediyoruz. “Eyalet” mesela.

“Ayrılmak üzereyken şu konuşma oluyor:
-Bugün Eyalete döneceksin?
Yarın döneceğim.
-Haydi Eyvallah.
-Başım gözüm üstüne.

Doğubayazıtlılar Karaköseliyiz ya da Ağrılıyız demiyorlar sorulduğunda. Hâlâ Eyalet biliyorlar Doğubayazıt’ı. İlk kez bu konuşmayla tanık oluyorum buna.” (s.26)

Ağrı Dağı yazısı ile sona eriyor bu bölüm. Bir yeryüzü damarı: Ağrı Dağı.

Ön Yazılar

Ön yazılar bölümünde Karaçalı’nın Türk Dili dergisi editörlüğünde kaleme aldığı derginin giriş yazıları yer alıyor. Edebiyat dünyasından ve gündemden bahseden yazılar bunlar. Şiir de var, Halep de Şam da bahar da… Dergi günlükleri diyor Karaçalı bu yazıları. Güzel bir adlandırma olmuş.

Sezai Karakoç’un doğumunun 80. yılına rast gelen sayıda Sezai Karakoç üzerine yazmış Karaçalı. Türk Dili dergisinin Sezai Karakoç Özel Sayısı ve Karakoç’un sanatına dair notlar var yazıda.

“Biz de Türk Dili olarak, Türk şiirinin müstesna ve sembol şairini doğumunun 80. yılında bir özel sayıyla anmak istedik. Bu özel sayının içeriğini ve sınırlarını belirlerken bugüne kadar yapılandan farklı olarak Sezai Karakoç’un sadece şiirlerini merkeze alan çalışmalara yer vermek istedik.” (s.36)

Soma faciasına dair Bayraklar Yarıya diyor Karaçalı, Ortadoğu’nun içler acısı halini de yangına benzetiyor.

“İnsanlığımız Gazzeli çocukların kumsalda oynarken kurşunlanan günahsız bedenleriyle kirleniyor.”

“Her şey apaçık, aleni ve cüretkâr.
Her şey apaçık, aleni ve tehditkâr.” (s. 49)

“Haziranda sahur, iftar, teravih, oruç, ramazan.
Haziranda Tel Abyad, Rakka, Kobani, Cizre, Erbil, Bağdat, Gazze, Kudüs, Arakan, Doğu Türkistan. Oyun içinde oyun, desise, kan, intikam.” (s.61)

Hüzünler

Son bölüm hüzünlere ayrılmış. Ayrılıklar, ölümler, açılan büyük boşluklar ve geride kalan tarifsiz sessizlik. Nuri Pakdil, İlhami Çiçek, Kamil Aydoğan. Gidenler ve bıraktıkları hüzün dalgası…

Beni en çok da etkileyen İlhami Çiçekli bölümler oldu. Ali Karaçalı ve İlhami Çiçek Tokat’ta buluşuyorlar. Dopdolu vakitleri geçiyor bu şehirde. Muhabbetler, şehrin insanı çağıran yüzü, gece yarısı Turan Koç’un Kayseri’deki evine konuk olan iki dost, bir anda buz gibi bir ayrılık ve Tokat postanesinin önünde kalakalan bir dost.

Ayrılıklar acıdır ama ölümler hep ağır bir yük gibi biner insanın omzuna.

“Ölümünü birkaç gün sonra duydum. Tokat postanesinin önündeydim. Benim de komutanım olan o tanıdık asteğmenle karşılaştım. Selam ve hâl hatırdan sonra İlhami’nin sağlık durumunu sorduğumda şaşırmış, hayretle yüzüme bakarak;

-Üzgünüm demişti, demek haberin olmadı. Böyle bir haberi vermek istemezdim.

Hayat buydu işte, bu kadardı. Bazen söz biterdi.

Her şey eninde sonunda sessiz’di.” (s. 100)

Gün Karşı Tepeden, içinize bir dost selamı salacak içtenliği ile okuyucusunu bekliyor. Kitabı okuyup da kapağı kapattığınızda; öyle duygular yoklayacak ki sizi, gün karşı tepeden içinize dokunsun diye bekleyeceksiniz.

Ali Karaçalı, Gün Karşı Tepeden, Hece Yayınları, Ekim 2021

📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑 




Hayatın Şiiri Edebiyat

Mustafa Uçurum

Hayata bir şiirin penceresinden bakmak ve hayatı bir şiir ahenginde yorumlamak edebiyatın aslî görevidir. Elbette edebiyatçı da burada görevi yerine getiren söz sahibidir. Hayatın işleyen ritmine edebiyatın gözüyle bakmanın da usulü, edebiyat dünyasına kulak vermekle ilişkili bir durumdur.

Âtıf Bedir’in yeni kitabı Hayatın Şiiri Edebiyat’ı okurken şiir dünyamızın son elli yılını içtenlikle hissettiğimi söylemek isterim. Sadece şiirler ve şairler yok kitapta. Romanlara, öykülere şiirsel bir bakış da atıyor Bedir. Edebiyatın müdahalesi ile şiire evrilen ve yeni bir anlama bürünen hayatlara değinileri de okuyoruz.

Âtıf Bedir’in giriş yazısından;

İnsanlığın serüveni diyebileceğimiz tekdüze sürüp giden hayat, edebiyatın müdahalesiyle bir anlama bürünmüştür. Artık güneş daha farklı doğmuş, daha estetik batmış, geceleri ay ışığı yeryüzünü bir başka aydınlatmış, sevgilinin gözü, saçı, dudağı, kaşı, kirpiği, endamı edebiyatın müdahalesiyle bir anlama bürünmüştür…

Bu kitapta ele alınan yazarlar da eserleriyle hayatın şiirini yazmış, yeryüzüne olan tanıklıklarını kayda geçirmiş, edebiyat adamı bakışlarıyla bize bizi anlatmışlardır.”

Her Şair Bir Dünyadır

Kitapta farklı edebi türlere dair değiniler olsa da merkezde şiir var. Konu gelip şiirin hayata renk katan duruşu ile buluşuyor. Kitabın ilk yazısı Necip Fazıl’ın At’a Senfoni kitabından bahsederek başlıyor. Daha sonra Necip Fazıl şiirindeki atlara dair dizelerle buluşuyoruz. Şairin şiirle anlamlandırdığı dünyanın bir ucundan da biz tutuyoruz. Bir bakıyoruz savaş meydanındayız, bir bakmışız Peygamber Efendimiz’in huzurundayız doludizgin.

Daha sonra Yahya Kemal’in göçmen yüreğinin eşliğinde gurbette buluyoruz kendimizi. Yahya Kemal’in hatıraları ile başlayan yazı şiirlerdeki gurbet teması ile devam ediyor. Kitap daha sonra bir roman ( Hacı Murat) ve bir günlük ( Andre Gide) ile devam ediyor. Hayatı şiir gibi yaşayan kahramanlarla tanışıyoruz. Hacı Murat romanında Tolstoy’un içli anlatımından örnekler veriyor Âtıf Bedir.

Tanpınar, Ahmet, Ahmet Haşim, Sabahattin Ali, Erdem Bayazıt, İsmet Özel, Rasim Özdenören, M. Akif İnan, Alaeddin Özdenören gibi isimlerle devam ediyor kitap.

Sezai Karakoç’a Dair İki Yazı

16 Kasım 2021, Üstad Sezai Karakoç’un aramızdan ayrıldığı gün. Onun yokluğu içimizde kapanmaz bir yara olarak kalacak. Sessizliği bile derin anlamlar içeren bir mütefekkirdi o. Şükür ki hayattayken kıymetli bilinenlerden oldu. Dergilerin özel sayıları, sempozyumlar, paneller, ödüller, fahri doktoralar, hakkında yazılan sayısız kitap, yüksek lisans – doktora tezleri ve daha fazlası… Hepsi de onu daha iyi anlamanın gayreti ile yapılmış çalışmalardı.

Âtıf Bedir’in kitabında da Sezai Karakoç konulu iki yazı var. “Sezai Karakoç Şiirinde Aşk Sağanağı ve “Alınyazısı Saati ya da Doğudan Gelecek Atlı.” Karakoç şiirine detaylarla eğilen iki yazı, şairin şiir evreninin değişmez kodlarını sunuyor bize. Şiirlerinden örneklerle konu detaylandırılıyor.

“Sezai Karakoç’un ilk dönem yazdığı şiirlerde bir insana yazıldığı çok bariz olan aşk şiirleri zamanla değişime uğramıştır. Şairin on bir şiir kitabının kronolojik okumasında bir tema olarak aşk asıl sevgiliye doğru evrilmiştir. Aslında cesaretimizi toplasak şunu söyleyebiliriz. Bu şiirlerdeki aşk aslında çağdaş bir Leyla ile Mecnun masalıdır. (s.64)

…ve Nuri Pakdil

Ele aldığı tüm isimleri içtenlikle anlatıyor Âtıf Bedir ama Nuri Pakdil’in elbette onun dünyasındaki yeri ayrı. Pakdil’i anlattığı “Direniş Hattında Bir Devrimci” kitabı kendi alanında başyapıttır benim için.

Âtıf Bedir, bu kitapta da “Nuri Pakdil Şiirine İki Şerh Denemesi” yazısıyla anıyor Pakdil’i. Yazının girişinde Pakdil’in şiir kitapları hakkında genel bilgiler veriyor. Daha sonra Pakdil’in Sükût Suretinde ve Osmanlı Simitçiler Kasidesi kitapları hakkında yazılmış iki kitabı inceliyor. ( Ali Göçer- Sükut Suretinde Şerhi ve Arif Ay- Bir Yürüyüş Senfonisi)

Âtıf Bedir Pakdil’in bu iki kitabıyla ilgili kendi düşüncelerini paylaşıyor önce. Daha sonra Ali Göçer ve Arif Ay’ın kitaplarını değerlendiriyor.

“Arif Ay ve Ali Göçer uzun yıllar Pakdil’in birlikte yol yürüdüğü arkadaşlarıdır. Dolayısıyla Göçer ve Ay’ın çabaları Nuri Pakdil metinlerindeki anlamların açıklaması açısından okur için bir şans olarak durmaktadır.” (s.139)

Edebiyat, Şiir, Dostluk

Âtıf Bedir, kitabında ismi geçen kişilerin çoğunu birebir tanıyor. Yakın dostlukları olan kişiler kitapta geçen isimler. Yol arkadaşı diyebileceğimiz bir yakınlık hem de. Hâl böyle olunca ortaya çıkan yazılarda hem daha özel bilgilere ulaşıyoruz hem de cümle aralarındaki içtenlik bizi de kuşatıyor.

Bu bağlamda Hayatın Şiiri Edebiyat kitabı özgün anlatımları ile yakın tarih edebiyatımız adına önemli bir kaynak kitap.

Bayazıt’ın tüm şiir birikimine baktığımızda her dizesinde buram buram bir Müslüman duyarlığına şahit oluruz. İster aşk şiiri yazmış olsun ister doğadan bahsetsin ister savaş şiiri yazsın bu duyarlı Müslüman ses hiç değişmiyor.” (s.80)

Alaeddin Özdenören, şiirlerinde yalnızlık, ölüm, metafizik, aşk gibi birçok konuyu işler. Bu konuların yanı sıra başat konu olarak modernizmin çarklarında boğulan yalnız ve mutsuz insanın trajedisini anlatır.” (s. 94)

Arif Ay şiirinin bir ayağı bu topraklara, İstanbul, Maraş, Erzurum, Diyarbakır, Rize, Adilcevaz, Yüksekova, Beytüşşebap, Semerkand, Buhara, Mostar, Saraybosna, Grozni’ye uzanır. Aslında bu şehirler de uzak değildir. En az onlar kadar yakın ve bizimdir.” (s.107)

Kâmil Aydoğan yetmişli yıllarda Maraş’ta arkadaşlarıyla önce yerel gazetelerin kültür-sanat sayfalarında, daha sonra birlikte çıkardıkları Kelam dergisinde başlayıp Edebiyat dergisinde devam eden yazarlığı, şairliği hiçbir zaman bırakmadı.” (s.116)

Âtıf Bedir, yazdıklarıyla ve gönül dünyamıza konuk ettiği isimlerle bizlere edebiyat şöleni yaşatıyor yeni kitabıyla. Hayatın şiiri edebiyattır ve bu şiiri duymak / hissetmek için şiirin kapısını aralamak gerek. Âtıf Bedir, bizlere bu güzellikleri sunuyor şiirler eşliğinde.

Âtıf Bedir- Hayatın Şiiri Edebiyat- Hece Yayınları- 2021

   📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑



Aristo Nineme Niye Kıydın?

Mustafa Uçurum

Aristo ile ninenin aynı başlıkta buluşması gibi bir durumla karşı karşıyayız. Nereye çeksek oraya gidecek bir muammanın bizi sürüklediği bir bilinmeze doğru gitmek ya da bu birlikteliğin bizi davet ettiği dünya.

Şener Öktem’in “Aristo Nineme Niye Kıydın?” isimli romanını okumaya başlarken tüm sıradanlıkları bir kenara bırakacağıma dair içimde tarifsiz bir his vardı. Romana başlayıp da ilk bölümün adının “His” olduğunu görmem, içine düştüğüm girdabın ilk habercisiydi.

Aslına bakarsak, ortada çok da karışık bir durum yok gibi. Aynı evde kalan üniversiteli üç gencin yaşadıkları deyip geçebiliriz ama geçemiyoruz. Felsefe, postmodernizm, ütopya, yer yer distopya gibi saldırılara maruz kalıyoruz. İçinden çıkamayacağımız bir girdap bu. Her şeyin bir kadraja sığdığı dünyada insanın içine sığmayan ne çok şey var.

“His, ölüm, ikilem, kader” bölümleri var romanda. Birbiriyle sıkı sıkıya bağlı dört bölüm. Geçişler hiç sekteye uğramadan yeni bölüme aktarılıyor. Derin hislerin tiksindiren halinden ölümün zehirli yüzüne geçiş ve git geller arasındaki ruh halinin kadere boyun eğmesi.

Durağan bir hali var romanın. Akışlar çok yavaş. Olaylardan daha çok iç konuşmalarla ilerliyoruz. Bir köpek ölüsünün, yitip giden hayatın bir kadraja sığdırılması belki yaşanan çağ için çok da alengirli görülmese de aslında insanın içini buran bir sürüklenme var olup bitende. İnsan yaşar ve sorgular. İnsanın yaşadıklarından rahatsız olma gibi bir hali vardır. Eğer bu his, içinde canlı ise yaşıyorsun demektir. Roman boyunca yazar bunu bize hissettiriyor. Hem de büyük bir tiksintiyi yaşayarak.

İki kişi, iki bakış açısı baskın şekilde kendi varlığını hissettiriyor romanda. Bir yanda nine, diğer yanda Aristo. Nine, geleneğin temsilcisi. Saf, dupduru bir kalp; Anadolu gibi.

“Seksenlikti, kocamandı vefat ettiğinde. Güngörmüş bir kadındı, ümmiydi. Kini, fesadı yoktu, gözleri gülerdi. Kıyam, rükû, secde eder, namazını kaçırmazdı. Sure de bilmezdi. ‘Allah’ der, yatar, ‘Allah’ dert kalkardı…” (s.20)

Aristo, felsefenin karanlık sokakları gibi… Yitip giden ne varsa o. Değerlerle savaşan, kendi bakış açısını kabul ettirmeye çalışan, inançların temelini sarsan bir kayıp çizgi.

“Septisizm” diye bağırarak ortaya çıktı Aristo: Şüphe! “Şüphe sorgulatır. Sorgulayacaksın. Tanrı’yı bile sorgulayacaksın ki akıl durulansın, akıl tek doğru yolu gösterir.” diye sol kulağından yanaştı Aristo. (s. 27)

Aristo’nun yaşadığı bildiğimiz kafa karışıklığı. Evin üçüncü kişisi. Felsefe öğrencisi. Kafasının yavaş yavaş karıştığını kendi de biliyor ama bunu kendi istediği için karışan kafasını her gün biraz daha doğu- batı sentezi filozoflarla meşgul ediyor. İbni Arabi’nin yanında Yunan felsefesinin Tanrı tanımaz filozofları. Elbette tüm bunların karşısında, dupduru kalbi ile nine.

Yavaş yaşantıların yanında fırtınalı zihinlerin iç içe geçtiği olaylara şahitlik ediyoruz. Yaşanan çağın ayak oyunlarına karşı geleneği temsil eden ninenin tarafındayız hepimiz. Sağlam durmak gerek her şeye rağmen. Aristo ne söylerse söyleyin, hakikat vardır ve o da Hak olandır.  Yazar, bu konuda tarafını açıkça belli ediyor.

“Bir yanda Antik Yunan filozofu, milattan önce üçüncü asır; bir yanda, onuncu asrın İslam alimi. Oyun kurucular oyunun kurallarını koyanlar, Batı’ydı. Felsefenin doğuşu, Batı. Doğurması Doğu’ydu. Doğurdukça doğurdu, Doğu.

‘Doğ ey güneş erit taştan adamı. Ve kurut taşları diken elleri…” (s. 118)

Aristo Nineme Niye Kıydın? romanını okuduktan sonra “Ben ne okudum böyle?” şaşkınlığını yaşamanız muhtemel bir sonuç olarak görünüyor. Şener Öktem, ilk romanında okuyucuyu farklı bir dünyanın kapısının eşiğine getirip bırakıyor. Sürekli sorgulanan yaşamlar, tiksinti, mide bulantısı, sık sık baktığınız çoraplarınız, teneşirin soğukluğu, ölümün kaybolmaya meyilli hissi, rüyanın insanı kuşatan hali ve Aristo… Bir ninenin durulmuş kalbi ve içimizin bir kıyısına otağ kurmuş insan yanımız. Savaş devam ediyor.

İki parmağın baş ve işaret parmakları arasına sığan her şey de yaşamaktan sayılıyor.

Şener Öktem- Aristo Nineme Niye Kıydın? – Bengisu Yayınları - 2021


📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑


Kahveden Adam Toplayalım

Mustafa Uçurum

Bir romana başlıyorsunuz.  Aklınızı başınızdan alan her şey çıkıyor karşınıza. Romanı bir kategoriye yerleştirmek güç. Realist, postmodern, romantik, yer yer naturalist... Aşk, entrika, nostsalji, şiirler ve türküler geçidi, mafya, demli çay, hüzün, ayrılık... ne ararsanız var. Kitabı bitirince bir süre ben ne okudum böyle diyorsunuz ama uzun süre etkisi devam ediyor üzerinizde anlatılanların. Sahneler silinmiyor hafızanızdan. Sanki az sonra köşe başından saçlarını savurarak Süleyman gelecek ve "Abiler, koşun! Kahveden adam toplayalım diye geldim. hadi!" diyecek ve hepimiz çayları yarım bırakıp Süleyman'ın ardına düşeceğiz.

Faruk Sarıkavak'ın Kahveden Adam Toplayalım'ını yeni bitirdim. Okunacaklar sırasındaydı kitap. Merakla; sıranın kendisine gelmesini beklediğim kitaplardandı. Bunda Sarıkavak'ın dostluğunun etkisi büyük ama kitabın isminden başlayan albeni ve cezbedici yanın da etkisi kaçınılmazdı.

Roman yazmayı her zaman büyük bir iş olarak gördüm. Eğer roman yazacaksan birçok şeyi ertelemen gerekiyor. Araya sıkıştırılmayacak kadar önemli bir zaman dilimini kendisine ayırmanızı istiyor roman. Bu anlamda Faruk Sarıkavak önemli işler yapan bir yazar. Hatta ona gönül rahatlığıyla romancı diyebilirim. Kahveden Adam Toplayalım onun üçüncü romanı.

Kurgu anlamında önemli işlere imza atıyor Sarıkavak. Onun romanını okurken zihninizin tüm duyargalarının açık olması lazım. Nerde ne olacağı hiç belli değil. Her şey bir anda değişebiliyor, bir çayı yudumlarken bir anda ortalık karışabiliyor. Süt liman bir evde, sokakta ters esen bir rüzgâr ayrılıkla yüz yüze getirebiliyor sizi. Bir yokuşu çıkarken, mesela İflahkesen Yokuşu'nu,  nefes nefese kalmanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyorsunuz. Yaşanan her şey bir film şeridinden ibaret gibi. Fakat hayatın geçrekleri de hiç yakanızı bırakmıyor.

İki hayat var. Birbirinden uzak bu hayatlara her bölümde geçiş yapıyoruz. Bu da dikkati canlı tutmayı gerektiren bir kurgu.

Sanki bir geçmiş zaman şeridinde ilerliyor sanıyorsunuz kendinizi. Akışa kapıldığınız bir an,  modern zamanlara bir dokunuş sizi alıp bugünlere getiriyor. Zamanın hükmü yok. Her şey insana dair ilerlemeye devam ediyor.

Şiirle uğraşan, hayatında şiire yer açan yazarların yazdıklarında her zaman şiirin nefes alış verişini duyabiliyoruz. Şiir romana, hikâyeye, denemeye nefes aldıran bir etkiye sahip. Aslında şiir, hayatın en canlı rengi. Sarıkavak'ın romanında şiirler bize yârenlik ediyor. Ağırlık İsmet Özel'de desem yeridir. Onun şiirleri yüreğe şifa, duruşa endam, hayatın eğreti yanına bir dirençtir. Tam da bu özellikleriyle yer alıyor İsmet Özel şiirleri kitapta. Kar yağıyor, Kâmil telefon ediyor gecenin bir yarısı, Emin açıyor telefonu, karşı taraftan bir şiir geliyor yağan kar ile birlikte;

"Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı
Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak"

Şair Faruk Sarıkavak da kendini gizlemiyor. Şiiriyle de damgasını vuruyor kitabına. Benim de severek okuduğum Altıpatlar şiiri ( 28Yaş Şiiri) kitapta Durmuş'un yüreğinden evde yapılan mütevazi şiir gecesinde dökülüyor.

"Tur Dağı'na çıktığım o patika yollarda,

Rabbimin gösterdiği hüzün yüklü harita.

Büzdüğüm çuvallardan hakkımda tek söylenen

Kendini soyutlamış afili bir filinta..."

Sadece paylaşılan şiirler ya da her bölümün başında şairlerden yapılan alıntılar değil kitabın şiiriyetine delalet edecek ayrıntılar. Şiirsel üslup kitapta sık sık yer buluyor kendine. Durmuş, edebiyat mezunu. Konuşturuyor sanatını aşk dile gelince. Kahvaltı yaparken gördüğü Ravza'yı anlattığı bölüm, Divan edebiyatı şairleri ile yarışacak bir inceliğe sahip.

"Gölgesinde bir ömür geçirebileceğim selvi misali uzun boyuna baktım. Hayatla ölüm arasına sıkışıp kaldığım o ince çizgideki çizgi misali sürme çekilmiş gözlerine; Eros'un muhatabını afallatmak için fırlattığı ok misali kirpiklerine; o oku fırlatmak için tüm gücümü harcadığım elimdeki son silahımın adeta tetiği diyebileceğim yay misali kaşlarına; Safa ile Merve tepelerini andıran iki güzel çıkıntı misali elmacık kemiklerine.... ve gelebilecek bütün tehlikelerden korurcasına başını çcvreleyen ipekten başörtüsüne uzun uzun baktım."

Durmuş, sevgilinin bu derece yoğun tasviriyle kalmıyor, Fuzuli'yi alıp karşısına aşk üzerine hasbıhal ediyor. Tam seyirlik bir manzara.

"Üstadım ben nerede yanlış yapıyorum, bana yardımcı olur musunuz? Niyetim de kötü değildi halbuki. Sadece onu karşıma alıp kendisini çok sevdiğimi söyleyecektim..."

Kahveden Adam Toplayalım, sıcak bir hikâyesi olan ve hâlâ dostluk denen yürekliliğin canlı şahitlerini bizlerle tanıştıran başarılı bir roman. Yer yer kendinizi bir Yeşilçam film setinde sanacağınız kadar içli, bazen üst perdeden şiirlerin okunduğu elit bir edebiyat ortamında olduğunuza kanaat getireceğiniz uç noktaların iç içe geçtiği bir roman.

Romanı okuduğunuzda "İyi ki okumuşum." diyeceğiniz bir gizemi var Kahveden Adam Toplayalım'ın. Benden söylemesi, gerisi romanda...

Faruk Sarıkavak, Kahveden Adam Toplayalım, İzdiham Yayınları, 2020


📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑
,

Olup Bitmeyenler, Ölüp Bitenler

Mustafa Uçurum

Bir masalın içinde ilerliyorsunuz. İçinizde tarifsiz bir ürperti. Ne olacağı belli değil ama ölüm sanki kol geziyor köşe başlarında. Karanlık bir orman ya da uğultulu bir tepe. Her an her şey olabilir gibi bir tedirginlik. Geçiyor zaman, dokunuyor bir tedirginlik içinizin en gizli yerlerine. Ne olup bittiğini bile anlamadan, masal bu ya ölüyorsunuz, o kadar.

Ölmek bir ürpertidir ama ölümü anlatmak da kalem için en büyük sınavlardan biridir. Anlatılmaz yaşanır cinsinden bir gerçeklik ile karşı karşıyayız. Olup biten, bitmeyen her şeyin sonu ölüme çıkıyor.

Bünyamin Demirci’nin Şule Yayınları arasında çıkan üçüncü öykü kitabı “Olup Bitmeyenler” içinizdeki ölüm çanlarını sürekli canlı tutan bir haberle başlıyor. Bu haber, ölümden başka bir şey değil. Efsunlu bir masalın içinde, ölümün adım adım yaklaştığını hissederek, bir otobüs bagajında, bir şehidin üstüne atılan toprağın hüznüyle karılarak duyuyoruz ölümün ayak sesini.

Canlı bir anlatımı var Demirci’nin. Sizi kendine çeken ve öykünün yoldaşı eden. Sıcak ve canlı anlatım tüm öykü boyunca devam ediyor. Siz de yola düşüyorsunuz. Kalleş Tepesi’nin rüzgârı esti esecek. Sizi alıp savuracak başka diyarlara. Kum saatine takılıp kalacak zihniniz. Tek tek kumlar dökülecek zamanın tam ortasına. Geceleyin siyah atlar yola çıkınca bir resim düşecek duvardan, bir kapı açılacak, bir yol uzayıp gidecek.

Bünyamin Demirci’nin öykülerinde üçüncü boyut bir dünyanın nefesi hissediliyor. Sanki başka diyarların seslerini toplayıp bir öyküye sığdırmış Demirci. Tüm bunların yanında “Perdeyi Sanma Bezden” öyküsü, anlatım ve olay örgüsü olarak kitapta farklı bir yere konabilecek bir öykü. Bir kapıcının çocukları eğlendirmek için kendi icadı olan gölge oyununun keyifli hikâyesine şahitlik ediyoruz.

İtalo Calvino’nun özel bir yeri var kitapta. Calvino’nun “Bense konuşarak asla bir şey söyleyemeyeceğimi bildiğim için yazıyorum.” sözüyle başlayan bölümde yer alan üç öykü ondan ilhamla kaleme alınmış öykülerden oluşuyor. Farklı bir havası var bu öykülerin. Doğanın sesini duyabiliyoruz. Bir şiir eşlik ediyor, bir ses, bir ses daha…

Bünyamin Demirci, öykülerinin kurgusunu zenginleştirmek için hayatın renklerini kendi dünyasının rengiyle boyamayı tercih ediyor. Yani gördüğünü, yaşadığını, hayal ettiğini anlatırken, bir bakıyoruz kurgu devreye giriyor ve farklı bir boyuta geçiyoruz. Hayatlar iç içe geçiyor öykülerde. Yaşamak daha çok bir sorgudan ibaret olarak yer ediyor bizde.

Amerikan Kamuflajı öyküsünden bir bölüm;

“Gözleri iyice kapanınca yanı başına bir çukur kazıp Amerikan kamuflajını yaktım. Öldüğüne emindim artık. Ama yine de çıkan her çıtırtıyı, her gölge oyununu ondan sanıyordum. Eskiden olsa bu çıtırtılardan biri dahi bayılmam için yeterdi. Kim derdi bir ölüyle yalnız kalacağımı dağ başında.” (s. 56)

Demirci’nin öykülerinin sonu okuyucunun hayal dünyasına emanet ediliyor çoğu zaman. Son nokta öyle hassas noktada bırakılıyor ki siz dileğiniz hayali kurabilirsiniz. Mutlu son da sizin için, bitmek bilmez soru işaretleri de.

Nefes nefese bir sahnenin tam ortasında stop der gibi yönetmen;

“Ama hayır! Düşünmeye devam ediyordum. Elimi havaya kaldırmak istedim. Kanlı kılıcın parlak yüzeyinde maskeyi ve gözlerimi gördüm.” (s.18)

“Dizlerimi karnıma çekiyorum, diğer elim dizlerimin arasında, yavaşça kapatıyorum gözlerimi.” (s.25)

“Bir yudum, iki yudum, üç yudum derken kapı çalıyor. Önemsemiyorum önce. Sonra kalkıyorum. Açıyorum kapıyı.” (s.70)

Kitap, “Bir Çeşit Poetika” ile sona eriyor. Demirci’nin öykü serüvenini cümle aralarında takip ediyoruz. Öykünün ve öykücünün hallerine dair bir dipnot niteliğinde öykü bu.

“Yazarın kendisini bir hikâyenin içine oturtmasını pek sevmem. Bakın ben yazarım, işte sizinle konuşuyorum okur, diyemem. Yani ben yazarım da diyemem. Okur olmayı istiyorum.” (105)

Bünyamin Demirci’nin üçüncü öykü kitabı, size yeni bir pencere açacak ve buradan temaşa edeceksiniz dünyayı. Ölmekle kalmak arasındaki çizgiyi koyultarak geçecek zaman. Olup Bitmeyenler size de sürpriz sonlar hazırlayacak.

Bünyamin Demirci, Olup Bitmeyenler, Şule Yayınları, 2021


📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑


Mukaddes Yükün Hamalı

Mustafa Uçurum

Musa Yaşaroğlu ile tanışıklığımız altı yılı buldu. Edebiyatın tanıştırdığı, buluşturduğu değerli bir dost, eğitimci ve yazar.  Kendi toprağının rengi ile boyananlardan… Samimiyeti içten, kalemi kavi, hayata bakışı mümince.

Mehmet Akif’i anlatırken de yüreğinin sesine kulak veriyor, bir şehrin bir kıyısındaki sıradan yürekleri anlatırken de aynı içtenlik takılıyor kalemine. Özü sözü bir, özü sözü memleket.

Şimdi yeni kitabı Mukaddes Yükün Hamalı isimli öykü kitabı ile karşımızda Yaşaroğlu. MGV Yayınları arasında çıkan kitapta on dokuz öykü var. Olaya dayalı, sıkmayan, lafı dolandırmayan, bizim öykülerimiz, hayatlarımız anlatılıyor hepsinde de. İnsan öyküleri olarak adlandırabileceğimiz bir anlatım kitabın tümüne hakim.

Kitabı okurken şu izlenim sürekli yanımızda; iyi ki bu topraklarda böyle güzel insanlarla birlikte yaşıyoruz. İroniye dokunmadan, sahih bir kalple anlatılmış tüm kahramanlar.

Hacı annenin herkese açtığı tertemiz yüreği, Mevlüt abinin mertliği, Hayriye ablanın iyilik dağıtan kalbi ve daha niceleri bir öykü olarak bizim gönül dünyamıza konuk oluyor.

Yaşaroğlu’nun anlatımındaki içtenlik bizi öylesine kuşatıyor ki kitapta anlatılan kahramanların tümünün aramızda yaşadığına tüm kalbimizle inanıyoruz. Bir köşe başından tebessüm ederek çıkacak Çetin abi ve hiçbirimizi şaşırtmayacak. Ali Kemal’in kırık kalbi dertli akan bir dere gibi çağlayıp duracak içimizde.

Yaşanan zamanın bir şekilde anlatılanlara yansıtılması, tarihe düşülen bir not olması anlamında çok önem arz ediyor. Yaşadığımız salgın günlerinin de edebiyatta da mutlaka yer alması gerekiyor. Hiçbir şey olmamış gibi yaşamak ve yazmak kaleminin gücüne inananların meyledeceği bir sıradanlık değildir. Yaşaroğlu, salgın günlerine dair de notlarını paylaşıyor öykülerinde. Bir cümle, bir işaret bile yaşananların iç yüzünü göstermeye yetiyor bazen.

“Bir gün sonrası Ahmet’i sessiz sedasız uğurlayıverdiler. Korona’nın korkusundan olsa gerek üç beş kişi kaldırdılar cenazeyi.” (s. 40)

“Neye Değer ki” öyküsü sağlıkçılara ithaf edilmiş bir öykü.

“Uzun hastane koridorunun ortasında sağa sola yalpalayarak koşuyorum. Her yanda ayrı bir telaş… Sağımdan solumdan geçen birçok maskeli ve beyaz korunma elbiseli meslektaşlarım… Hepimiz birbirimize bir metre uzaktan bakıp konuşmadan ilerliyoruz.” (s. 91)

Mukaddes Yükün Hamalı, geniş zamanların öykülerini sunuyor bizlere. Özlemini duyduğumuz ve hep yanı başımızda olmasını istediğimiz hayatlar var bir mahallenin, sokağın sıcaklığında.

Güzel vakitlerde insana ilham ve huzur veren kişilerle bizleri bir öyküyü aracı yaparak tanıştıran Yaşaroğlu, sağlam kurgusu ve anlatımdaki akıcı üslubu ile öyküde de var olduğunu göstermiş oldu. Artık gönül rahatlığıyla ondan yeni öyküler bekleyebiliriz.

Musa Yaşaroğlu, Mukaddes Yükün Hamalı, MGV Yarınları, 2021





BİZE BİR MAĞARA ÇİZİN

Hüseyin Hakan

Dünyanın sorgulanmaya hazır bir hali var. Yaşanıyor her şey ve geriye kalan büyük trajedi insanı en hazırlıksız zamanında yakalıyor. İnsan, kaçmaya meyilli bir ruh haline sahip. Bulunduğu yerden memnun olmama durumu ya da… Bu yüzdendir ki dünyanın dönüşüne denk bir ritimde yer değiştirerek devam ediyor hayat.

“Bize Bir Mağara Çizin” diyen yazarın tüm sözleri aslında bir yol haritasından ibaret. Mağara çizin, yol gösterin, çıkışı bulmamıza yardım edin… Huzursuz ruh halinin tezahürü olan tüm bu iç geçirmeler sorgulayıcı insan olmak gibi bir erdemin yansıması. Toplumsal bir baskı aracı olarak sorgulamak çok rağbet görmeyen hatta itilip kakılan bir köşede dursa da insanın doğasında olması gereken bir erdemdir.

Hüseyin Hakan’ın İzdiham Yayınları arasında çıkan Bize Bir Mağara Çizin kitabı dünyaya kendi perspektifinden bakmanın yanında insanî yanını dünyaya duyurmaya çalışan genç bir yazarın yükselttiği sesi olarak okunacak bir kitap.   

Hüseyin Hakan; çalışkanlığı ve özgün bakış açısıyla ele aldığı konular bağlamında kıymetli bir yazar ve daha da önemlisi candan bir dost. Yüz yüze tanışmadan da yürekten sevebileceğiniz bir samimiyete sahip Hakan. Yazdıklarını da okuyunca kendini doğrulayan bir söz sahibinin öz duruşuna şahit oluyorsunuz.

Kitap üç ana başlıktan oluşuyor; Ev Ödevi, Rüyalar da İnsandır, Müsvette. Bu başlıklar bile konuya hakim olmamız için bizi hazırlayan ipuçlarından oluşuyor. Bir mağara çizilecek ve bunu için yapmamız gereken çok şey var.

Kitapları genelde bir oturuşta okurum. Bu tür bir okumayı uzun yıllardır sürdürüyorum. Daha sonra da kitap hakkında yazacaksam onu da bir seferde yazıyorum. Hüseyin Hakan’ın kitabını bir ders kitabı edasıyla okudum. Müfredatı aksatmadan ve her işlenen konunun tadına vararak. Kitap, zihninize hücum eden ataklar gerçekleştiriyor. Okuyup geçilecek bir sıradanlık yok anlayacağınız.

Kitabın ilk yazısı; Sokrates Yanılıyor. İlk cümle; “Ölümlülerin, bilhassa can çekişmekte olanların keyifle, yaşamaya çalışanların merakla –yer yer kuşkuyla beklediği, yılların en yenisi mevzubahis iken bu vesile ile bir konu üzerinde konuşmak gerek.” Merak unsuru yüksek ve açılımı güçlü bir giriş. Okuyucuyu kendine çağıran bir anlatım. Zaten yazsının başlığı bile tüm bu davetleri pekiştirir mahiyette.

Hüseyin Hakan, kavramların üzerinde titizlikle duruyor. Kendi iç evreninin rengiyle boyuyor aldığı her konuyu.

“Kölelik, yalnızca prangalarla, kelepçe veya tutsaklık ile kaim değildir. Yaşarken, yaşamaya çalışırken de kölelik vardır ve bu sarsıntılı çağda kölelik sembolik duvarların ardından iş tutar.” (s.35)

İroniyi yerinde ve mesajlarını kuvvetlendirmek için kullanıyor Hakan. Cümlelerin gücünü hayatın ters akan yüzünden alıyor böylelikle.

“Virüs, insan kapıp öldü.”
“İlim Çin’de bile olsa şimdilik gidip almayınız. Ortalık çok karışık.”
“Oysa şimdi eve dönmenin bir yolu yok. Olan bitenleri Kızıldeniz gibi yararak geçip bugünlere Musa Peygamber gibi mecburen geldim.”

Ev Ödevi’nden sonra Rüyalar da İnsandır bölümü eşliğinde rüyalara doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Rüya ile gerçek arasında oldukça müthiş bir çizgi vardır. Elbette görebilene. Uyku ile uyanıklık hali gibi bir durum. Ben bu bölümdeki yazıları tam da bu halde okudum. Bazen uyanmadan bazen de mahmurluk haliyle…

Hüseyin Hakan, bölümün başında bize yazılarla ilgili tavrını tüm içtenliği ile paylaşıyor.

“Bu bölümdeki olaylar, yan gelip yattığım anlarda cereyan etmiştir. Ciddiyim.”

Rüyalarına sahip çıkıyor Hakan ki olması gereken de budur. Çünkü rüyası özelidir herkesin. “Ferman Padişahın Rüyalar Bizimdir” derken bu sahiplenmeyi bir Dadaloğlu edasıyla yapıyor.

Bu bölümde bir de parti çıkıyor karşımıza. Programı bile olan bir parti. “Gev Par”. Bir de Yararlı İnsan Partisi de var ki o bambaşka mesele.

“Gevrek Partisi! Siz sevgili okura, rüyamda gördüğümü, müstakbel partime ait tabelayı zihnimizde daha iyi canlandırmanız için bir yolunu bulup oluşturmaya çalıştım:” diyerek tabelayı da paylaşıyor Hakan. Ben tabelayı buraya alamazsam da partinin aynası olan sloganını buraya alıyorum. “Madem halk istiyor, verelim gitsin.” (s. 126)

Kitaba ismini veren Bize Bir Mağara Çizin yazısı; kitabın son bölümü olan Müsvette’de yer alıyor. Bu yazıdan birkaç cümleyi buraya alıyorum. Varın, gerisini siz düşünün J

“Sizi bilmem ama ölürsem aklımın dünyada kalacağı kesin.” (s.138)

“Aklın örtük, mantığın tutuk ve dilin safsatalarla dolduğu yeni bir boyut. Distopyalar tek boyutludur.” (s.141)

“Birçoğumuz için kişisel sırat-ı müstakimler belirmiş durumda ve üç boyutlu oluşumuzu aşındıracak menzillere ulaştıran çözülmeler bunlar.” (s.142)

Tüm bunlardan sona size; bir mağara çizmek kalıyor. Hem de rüyalarla bezenmiş bir mağara.

Hüseyin Hakan’ın ilk kitabı ( Evet buna inanmak biraz zor ama ilk kitabı) uzun yola çıkmaya hüküm giymiş bir yazarın alın yazısı gibi bir gerçeklik ve içtenlik sunuyor bizlere. Okuduğunuz her yazı bir hakikatin kapısında karşılıyor sizi. Dünü, bugünü ve yarını karşınıza alıyorsunuz ve sorguya başlıyorsunuz. İçinizde devrilmeyi bekleyen domino taşları…

Hüseyin Hakan, Bize Bir Mağara Çizin, İzdiham Yayınları, 2021




Onlar ve Köpekleri

Mustafa Uçurum

İkinci öykü kitabı Onlar ve Köpekleri ile karşımızda Gülhan Tuba Çelik. İlk kitaplar önemlidir ama ikinci kitapların da bir ağırlığı ve mesajı vardır.  Yapılan işteki samimiyetin ve tutulan yoldaki ısrarın bir göstergesidir ikinci kitaplar.  Evsizler Şarkı Söyler’den sonra şimdi de Onlar ve Köpekleri…

Dünyaya Fatih’ten bakan öyküler bunlar. 0n iki öykü var kitapta. Mekânlar aşağı yukarı aynı. Fatih ilçesi ve çevresi diyebiliriz. Tüm öykülerde durum bu ama kişiler ve olaylar birbirinden oldukça farklı. Mahallelerdeki mekânlara olan aşinalığımız sadece öykülerle sınırlı değil. Her öyküden önce bir kroki çıkıyor karşımıza. Biraz ilerde Uzun Yusuf Ortaokulu, büyük market, Kuran kursu, ötede Sümbülefendi Camii, Vedide Pars Baha Ortaokulu, caddeler, sokaklar… Öykülerin içinde kaybolma imkânımız yok anlayacağınız.

Bunun yanında; bir kaybolma hissi hiç yakamızı bırakmıyor öykülerde. Şehirde kaybolmaktan çok insanın kendi içinde kaybolması gibi bir karanlık çıkıyor sürekli köşe başından. Şevket’in sınırı, Kaan’ın içindeki savaş, Halil’in dar alandaki tufanı, İbrahim’in İbrahim olmama halleri ve daha birçok yaşanmışlık bir öykü olup hayatımıza katılmış oluyor.

Gülhan Tuba Çelik’in öykü dünyasına girmek için doludizgin kuşanmak lazım tüm kuramları.  Zihni savruluşlara tahammülü olmayan bir anlatımı var Çelik’in. Geçiştirerek anlaşılacak öyküler yazmıyor Çelik. Bir cümle sizi alıp öykünün tam ortasına bırakabiliyor. Neredeyim diye kendinize sorup tekrar tekrar dönüyorsunuz öyküye.

“Ekrana bakarken fark etti.
Lapa lapa bir kar başlamıştı dışarıda.
İbrahim.” (s.83),

Böyle biten bir öykünün (Kapılarda) içine tekrar girip İbrahim’le bir yerlerde karşılaşma gereği hissedebiliyorsunuz.

“Gider gitmez evdeki eski ipliklerden Marteniçka yapacaktı.” ( s.57) diye düşünen kadının içinde kopan fırtınaları duymak için gözlerinizi kapatıp olup biteni hayal etmek gibi bir savrulma ya da…

Onlar ve Köpekleri derken “yerine konmak” gibi bir kaygının ya da “ tercih edilmenin” insanı düşürdüğü hallerin tercümesiz kalması gibi bir eskime ve aşınma halleri…

Gülhan Tuba Çelik, yoğun öyküler yazmak istiyor. Bunu her cümlesinde de ortaya koyuyor. Yazdıklarını olay ya da durum gibi keskin çizgilerle ayırmaya gerek yok. O, oluşturduğu öykü dilinin rahatlığı ile öyküler kuruyor içinde kendisinin de olduğu.

Yaşadığı mekânı öykülerine yansıtarak yapıyor bunu. Pimi çekilmiş bir yaşamı bırakıyor öykünün tam ortasına. Bu yüzden cümleleri sıradan okumaya gelmeyecek kadar hassas. Öykülere hayatın nefesini sindiriyor Çelik.  Yaşadığımız hayatın keşmekeşleri gibi bir çıkıp bir kaybolan…

Yakarış öyküsü günlük hayatın bir kesiti gibi başlıyor. Yemek pişirilen bir evdeki insanların halleri ile başlayıp sonradan yaşadığımız hayat gibi bir karmaşanın tam ortasına düşmek gibi bir haleti ruhiye. Köfteler, ev halleri, Don Kişot, Leon, I. Justinianus derken son cümle düşüyor bütün olup bitenin ortasına;

Kokan, kara kötü şey sorusunu tekrar etti;
-Anne, kitapların parasıyla oyun bilgisayarı alıyoruz değil mi?” (97)

Onlar ve Köpekleri,  Gülhan Tuba Çelik’in öykücülüğünü pekiştirdiği bir kitap olarak edebiyat dünyamızdaki yerini aldı. Sözün özü; hayat arka sokaklarda yaşansa da umut hep var. 

“Karanlık sokakların açıldığı aydınlık meydanlar daima olacak nasılsa.” (74)

Gülhan Tuba Çelik, Onlar ve Köpekleri, Epona Yayıncılık, 2021

 

Bu bölümde posta kutusuna gelen kitaplar hakkındaki değerlendirmelere yer verilmektedir


YÜREK YANGINI

Mustafa Uçurum

Yürek Yangını, Ömer Rahmi Serim’in Boy Yayınları arasında çıkan hikâye kitabı. 18 hikâye var kitapta. Hepsi de içinizi ısıtacak, aşina olduğunuz bir dünyadan bize seslenen, sıcak hikâyeler bunlar.

İnsanî yana dikkat çekmek istiyor Serim. Yaşanan her şey insandan yana. Ütopik bir dünyadan değil yaşadığımız hayattan sesler var her cümlede.

“Paltosunu giydi, kaşkolünü omzuna attı, öylesine işte, bağlamadan…”

Sıradan gibi görünen olayları anlatmak daha güçtür çünkü cümlelere yükleyeceğiniz anlamların tümü hayat kadar sade ve gerçek olmak zorundadır. Serim bunu yapıyor anlatılarında. Yani olması gerekeni… “ Ihlamurlar Altında”, huzur veren bir hikâye. Gönlümüzden geçen güzellikleri bir demet yapıp sunmuş Serim bizlere.

“O günden sonra babamı evde tutana aşk olsun. Hal böyle olunca birkaç senede bahçe oluvermişti arsa. Ihlamurların kokusu haziran akşamlarında inceden esen rüzgârla gelir olmuştu verandaya…”

Kitaba adını veren “Yürek Yangını”, dupduru bir sevdayı anlatıyor. Aşk böyle de anlatılabiliyormuş diyoruz hikâyeyi okurken.

Anadolu’nun samimiyetini içtenlikle dile getiriyor hikâyelerinde Ömer Rahmi Serim. Anlatılarında yaşanmışlık hissi o kadar net ki inancımızı tazeleyerek giriyoruz hikâyelerin içine. Gelenek görenekler, acılar, hüzünler, ayrılıklar çıkıyor karşımıza. Sanki bir tanıdıkla karşılaşmışız gibi.

Cizlavit Adem’de yaşadığımız ızdırap yürek dağlıyor.  Sızı ile sevda, hasret, hüzün adeta iç içe geçerek dokunuyor kalbimize. Gariban Bahri’nin yaşadıklarıyla birlikte burkuluyor bizim içimiz. Ve Ölümün Kuytusunda soğuk bir demir gibi tenimize dokunuyor yaşamak kaygısı.

Kitap; Hayat Gülünce Güzelleşiyor hikâyesi ile son buluyor. Yüzümüzde huzur gibi bir tebessüm.

“Ağlayarak geldiğimiz şu dünyada bari gülerek yaşayalım, nasılsa yine ağlanarak uğurlanacağız, diyordu hep.”

Ömer Rahmi Serim’in Yürek Yangını kitabı okuyanlara huzur verecek öykülerden oluyor. Yani en çok ihtiyacımız olan bir güzelliği sunuyor bize.

Ömer Rahmi Serim, Yürek Yangını, Boy Yayınları, 2021




Sonu Olmayan Yaz(g)ılar

Mustafa Uçurum

“Bir gün çok çok uzaklardan bir cümle düştü gönlüme.” diye başlıyor Yasemin Kapusuz’un ilk kitabı Sonu Olmayan Yaz(g)ılar. Daha kitabın adından başlayan bir şiir sizi kendine davet ediyor. Şiirsel bir duruş her haliyle kitabın tüm hücrelerine sızmış durumda.

Hepsi hikâye alt notuyla Çıra Edebiyat’tan Şubat 2021’de okuyucuya ulaşan kitapta yirmi dokuz hikâye var.

Şiir, deneme, hikâye yazan kişiler bir metin oluştururken bu üç türün tüm imkânlarını da kullanırlar. Cümlenin akışına göre bir şiire, denemeye, öyküye rastlamak zengin içerikli bir metin sunar okuyucuya.

Anlatılan bizim hikâyemiz. Şehriyle, kasabasıyla, geçmiş zamanın izleriyle biz varız satır aralarında. Yabancılık çekmiyoruz bu yüzden. Şehre yağmurlar yağarken ve bakarken bir kuyunun gizeminden dünyaya; meğer dünya denen yer ne büyük fanilikmiş diyoruz sürekli.

Kapusuz  sık sık hatırlatıyor kulluğumuzu ve yaşanıp giden zamanın bir hesabı olacağını. Mümin bir bakış açısı kitabın tümüne hakim. Yazmak bir sorumluluktur bilincini hissediyorsunuz cümlelerde.

“Yalnız Hakk’a tutunalım sağanak sağanak. Aşikâr etmeyelim ene’l Hakk sırrımızı.” (s.25)

“Ya Rabbi! Ben ki kolu kanadı kırık, kuru bir zeytin yaprağıyım.
Dalımdaydım. Eline düştüm. Elindeydim, gönlüne… Yakarışlarımı işittin, kendi sesinle seslendin, vahyinle.” (s.28)

Yasemin Kapusuz’un metinlerinde şiirin sesi hiç eksik olmuyor. Yer yer mensur şiir diyebileceğimiz bir imge yoğunluğu çıkıyor karşımıza, anlatımdaki şiirsellik metnin tümünü içine alıyor. Siz bir hikâyeyi terennüm ederken bir şiir eşlik ediyor size.

“”Ansızın uslandı yazı. An’dır, uslandırır insanı. Kutsal Kitap, aharı tutuşturup noktaları elif birr’ledi tevhit ile…” (s. 40)

“Kınından çıkmış bir kılıç olsa bile sözlerini olasılık hesabıyla en fazla kaç imge, kaç mecaz edecek ki tırnağının ucuna.” (s.50)

Usta şairlerin şiirleri bize eşlik ederken Yasemin Kapusuz’un şiirleri de çıkıyor yolumuza. Şiirin kalbe düşen ruhaniyetini yaşıyoruz bitimsiz bir coşkuyla. Dizelerin ruha, hayata, hayallere kattığı her ahenk yürüyüşümüzü bile etkiliyor. Ritmik adımlar atıyoruz bir hikâyenin tam da ortasında.

Kitapta yer alan Yasemin Kapusuz şiirleri, ondan bir şiir kitabı beklememiz için yeterli bir sebeptir. Şiirin ete kemiğe bürünmüş hali yanıltmaz şiirin ruhuna dokunmasını bilenleri.

“Fırtına toplayan güneş, altın varaklı gülüşleri.
Gecenin ateşi sel olup akınca gözlerime,
Yenildim, bir kez daha hicretsizlik özlemiyle.” (s. 93)

Yaşadığımız hayat olaydan ve durumdan ibaret. Yaşıyoruz her şey bir olaymış gibi, karşımıza çıkan her şey yeni bir durumun mahzunluğuyla takılıyor yakamıza.Adı durum ya da olay hikâyesi olsun, fark etmiyor, insan yaşayarak öğreniyor her şeyi.

Öykülerimi yazarken bir yere doğru tam anlamıyla eğrilmesini istemem metinlerimin. Hayat gibi olsun, içinde her şeyi barındıran. Yasemin Kapusuz da aynı yoldan topladığı imgeleri hikâye dünyasının kurgusu ile harmanlıyor. Sonuç olarak görüyoruz ki anlatılan tam anlamıyla bizim hikâyemiz.

Son söz Yasemin Kapusuz’dan; “Ölene kadar iflah olmaz, mutmain bir kalple sonu olmayan yaz/ı/lar… Hepsi hikâye…




HERKES UNUTMADAN ÖNCE

Mustafa Uçurum

Mehmet Babalıoğlu’nun ikinci öykü kitabı Herkes Unutmadan Önce. İlk öykü kitabı Bazen Çok, 2015’te buluşmuştu okuyucularla. Yeni öyküler ve bu yeni kitap Babalıoğlu’nun öyküye verdiği önemin bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Yazmak da bir ısrardır hayata karşı. Cümlelere tutunmak ve varlığın bir yansıması olan hayatın insana sunduğu ne varsa hepsini toparlayıp bir kurgunun içinde harmanlamak da yaşamaktan sayılır.

Babalıoğlu, rahat bir anlatımla kuruyor öykülerini. Hayattan bir kesit anlatılanlar. Size çok farklı bir dünyanın penceresinden seslenmiyor bu öyküler. Sizin mahalle, bizim sokak, köşede oturan amcalar, eski zamanlardan kalma bir ağaç, ölümler, kalımlar, hayatın güldüren ağlatan yüzü ve daha birçok kesit çıkıyor karşımıza.

Öyküde okuyucunun dikkatini canlı tutmak için başlıktan son cümleye kadar süren bir akışı diri tutmak gerekir. Yaşanmışlıkları ya da yaşanma ihtimali olan olayları öyküye taşırken üslubun gücü önem arz eder. Merak unsuru diyebileceğimiz bir hassas noktayı Babalıoğlu birçok öyküsünde önceliyor.  Daha isimden başlayan merak, öykünün içine çekiyor sizi. Sıradan bir olaya öykü gömleğini giydirerek hayatla öyküyü buluşturuyor yazar.

“ Domates Gölge” tam da böyle bir öykü. Kısa, keyifli, tebessüm ettiren bir olayın öyküde vücut bulmuş hali.

Öykü isimleri de özgün bir sese sahip; Bizleşme, Kokoreç Hukuku, Selamlaşma Bürosu, Teselli Mangası, Tavuğun Başına Gelmeyen…

Mehmet Babalıoğlu olayları alıyor, kendi dünyasına konuk ediyor, orada kendi sesini vererek cümleleri özgün bir tarzda boyayarak kuruyor öyküsünü. Aslında anlatılan bizim hikâyemiz. Anlatıcı farklı olunca sesin rengi de kendine bir yol buluyor.

Teselli Mangası isimli öykü yaşanmakta olan bir durumun öyküsü. Babalıoğlu’nun dünyasında şekillenerek asker ailesine şehitlik haberinin verilme anı, tarzı bir manga olarak yer buluyor kendine.

Bunun yanında Tavuğun Başına Gelenler gibi baştan sona kurgu olan öyküler de var kitapta.

Hayat gibi aslında her şey. Gerçekle hayal dünyasının çizgileri birbirine paralel ilerliyor.

Şam Tatlısı öyküsü, savaşın ortasında ve toz duman bir meydanda geçiyor. İroni, zulmedenlere gönderilen ağır bir taş ve inceldiği yerden kopan hayatlar. Hepsinin karmaşasında Şam tatlısı.

Babaların konuk olduğu yazıları, şiirleri daha bir ayrı yere koyuyorum. Annelerin elbette yeri ayrı ama ihmal ediliyor babalar sanki biraz. Edebiyat dünyasında da bu böyle. Anne merkezli bir yazı dünyamız var. Babaların sessizliği cümle aralarına sıkışıp kalıyor. Belki de bu yüzden Fotoğrafsız isimli öyküyü daha bir candan okudum. Modern zamanlara yenilmek, hayatı bir çerçeveye sığdırmaya çalışmak, bir objektife bakmak ve kalmak bir duvarın kıyısında.

Kitaba ismini veren Herkes Unutmadan Önce, evlerinin biraz ilerisinden tren yolu geçen biri için çok anlam ifade ediyor. Tüm çocukluğum tren raylarının üzerinde yürümeye çalışarak geçti. Kulağımı dayayıp gelen treni uzaktan görünce trenle nefes nefese yarışarak büyüdüm bir şehrin arka sokağında.

Herkes Unutmadan Önce oluyor ne oluyorsa. Eski bir tren rayının varlığı gibi geçmiş zaman. Yaşadıklarımız da öyle. Kimsenin görmediği, bilmediği ama bizim içimizde yer eden her şey aslında geçmişten gelenler. İçimizi onaran, bizi alıp çok uzaklara götüren bir eski zaman treni gibi.

Ne olacaksa oluyor hayatta. Bize kalanlarla yaşamaya devam ediyoruz. Eğri bir ağaç, eski bir tren rayı, boş bir çerçeve, tembelliklerimiz, bir oyuncak ve düş gibi içimize kıvrılıp yatan ne varsa hepsi. Dumanla haberleşmiyoruz ama gülüp geçebiliyoruz birçok şeye. İşte tam da bunları anlatıyor Mehmet Babalıoğlu bizlere, içten ve hayat gibi sıcak cümlelerle, hem de herkes unutmadan önce.

Mehmet Babalıoğlu, Herkes Unutmadan Önce, Şule Yayınları, 2021





ÖMER SEYFETTİN'İN TURANCI İSLAMCILIĞI

Mustafa UÇURUM

Ömer Seyfettin isminin karşılığı olarak kurulacak en net cümle; “Türk hikâyesinin kurucu ismidir.” olabilir ki tastamam doğru bir ifadedir bu. Modern zamanların edebiyatımızda etkisini göstermeye başlaması ile birlikte edebiyatımızda görülmeye başlayan yeni edebi türler, yeni bir edebiyat akımının inşasında önemli rol üstleniyordu. Ömer Seyfettin de yazdığı hikâyeleriyle kurucu isimlerden olmayı hak etmiş bir edebiyat ve düşünce dahisidir. Onu tanıdıkça “dahi” sıfatının bile yer yer eksik kalacağına kanaat getirileceği muhakkak. Kısa ömrüne sığdırdığı çalışmaları ile adından söz ettiren Ömer Seyfettin, adının geçtiği her çalışmadan yüzünün akıyla çıkmış bir disiplin sahibi kişiliğe sahiptir.

Ömer Seyfettin’i bir de Lütfi Bergen’den okuyorsanız, farklı bir dünyaya doğru yolculuğa çıkacağınızı kestirmiş olmanız gerekiyor çünkü Bergen, ele aldığı konuyu en ince noktalarına kadar hassasiyetle inceleme noktasında tam anlamıyla bir ustadır. Eğer ondan bir metin ya da kitap okuyorsanız aklınızdaki tüm soru işaretleri bir bir cevabını bulur. Temelsiz cümle kurmaz Bergen.

Ömer Seyfettin’in Turancı İslamcılığı, Lütfi Bergen’in 2021 yılında çıkan yeni kitabı.  Kitabın alt başlığı; “Türk’ün Ordu – Millet Mefkûresi”

Lütfi Bergen okuyorsanız; ordu- millet, Hanif Türk-Gök Millet kavramlarına aşina olmanız gerekiyor. Bu kavramlar artık Bergen ile özdeşleşmiş özgün kavramlar. Derinliğine indikçe Türk kavramının kökleriyle ilgili zihninizde oluşan yeni dağarcıklara yenileri eklenecek.

Ömer Seyfettin’in Turancı İslamcılığı kitabında yazar; Türk, millet, milliyet, Turan gibi kavramlar merkezinde Türklük mefkuresinin tüm ayrıntılarını kaynaklar eşliğinde paylaşıyor. Farklı tezler üzerinden ( Ziya Gökalp, Nurettin Topçu, İsmet Özel…) konuya açıklık getirerek kendi düşüncesinin temellerini sunuyor.

Ömer Seyfettin’in Türklük Ülküsü kavramını ele aldığı makaleleri ve daha sonra da Ömer Seyfettin’in hikâyelerine tema olarak eğiliyor Bergen.

Aslında şu da önemli bir gerçeği ortaya çıkarıyor; Ömer Seyfettin sadece iyi bir hikâyeci değil aynı zamanda inandığı dava uğrunda mesai harcamış, bir kuram ortaya koymak için çaba sarf etmiş bir düşünce adamıdır.

Kitabın girişinde Ömer Seyfettin’in millet, ümmet tanımları yer alıyor. Millet kavramı ile ilgili bölümden bir kesit;

“Türk, Arap, Boşnak, Arnavut gibi kavimler İslâm olduğunda hepsi ‘ümmet’ addolunur. Hepsi din kardeşidir. ‘Muhammed ümmeti’ diye Hristiyanlara karşı bir İslâm beynelmileliyeti teşkil ederler. Ancak dinleri aynı olmakla beraber dilleri de aynı olan toplumlara ‘millet’ denir. Buna göre din ve dil birliği olan toplumlara ‘millet’ adı verilir.” (s.31)

Kitapta sık sık karşımıza çıkan tanımlamalarda birbiriyle örtüşen ifadeler olsa da tamamen ayrı düşen yorumlar da dikkat çekiyor. Ömer Seyfettin- Ziya Gökalp- Nihal Atsız gibi örnekler gösteriyor ki kavramsal zeminde dahi bir ülkü birliği kurmak mümkün değil. Tarihin engin derinliğinden yansıyan yaşanmışlıklar ve tecrübeler aslında kişinin kendi fikri altyapısıyla şekillendikten sonra vücuda geliyor. Bu yüzdendir ki ortak bir tanım bulmak mümkün olmuyor.

Yavuz Sultan Selim ile ilgili bir ayrıntıya da dikkat çekiyor Lütfi Bergen. Yüzeysel bir zeminde Yavuz Sultan Selim denince akla gelen “halifeliği Osmanlı’ya getiren padişah” gerçeğine “Türkiye”yi de eklemek gerekiyor.

“Osmanlı Devleti’nin Mısır’dan getirdiği ikinci değer; ‘Türkiye’ ve ‘Türk’ adıdır.” (s.120)

Millet ve milliyet kavramlarının yanında dikkat çekilen ümmet olma kavramı da yine kitapta üzerinde en sık durulan konulardan. “Türkiye’nin Arap Sorunu” Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin’in düşünceleri perspektifinde ele alınıyor. İki yazarın da baz aldığı “Osmanlıcılık”, ‘Türk millet varlığı ile kimliğini tarihten tamamen silmeyi hedeflediğini düşünmektedir.’ (s.130)

Lütfi Bergen’i tam olarak tanımayanların yüzeysel yorumu nettir; “İsmet Özel ve Nurettin Topçu çizgisinde bir yazar.” Kitapta, kendisiyle Muaz Ergü’nün gerçekleştirdiği söyleşide bu konulara da açıklık getiriyor Bergen. Özellikle “Türk” tanımı üzerindeki tartışmalara açıklık getiriliyor. Elbette konuya sadece millet üzerinden bakılmıyor. Kavramın temellendirilmesi bağlamında “Türk Müslümanlığı- iktisat zihniyeti” çerçevesinde “tımar sistemi” üzerine de yoğunlaşan bir anlatım çıkıyor karşımıza. Bergen’in Hanif Türk tanımı burada daha net bir şekilde ifade ediliyor.

“Hz. Nuh’un Yasef’i, Yesef’in Türk’ü Han / Hakan ilan ettiği dirlik-timar toprağı verdiği görülür. Bu yapı, yani hanlık ve timar toprağı (mülk), bir devlet tasavvuru getirmektedir.” (s.154)

Bu kitapla birlikte Türklük meselesinin sınırlarını çiziyoruz birçok görüş ışığında. Bergen bu düşüncelere de sık sık yer veriyor kitabında. Topçu ve Özel’in “Türkiye” tanımlamasını 1071 ile başlatmalarına karşın Bergen’in Memluklar’da başlattığı bir süreç var.

“İsmet Özel, Mısır’da ed-Devlet’üt Türkiye ( Memluklar) adında bir devlet kurulduğunu ve Mısır’ın ‘Türkiye’ olduğunu hesaba katmamaktadır.” (s.156)

Kitabın son bölümlerinde Ömer Seyfettin hikâyeleri kahramanlık teması, paramiliter tipler başlıkları altında inceleniyor. Ömer Seyfettin’in ele aldığı hiçbir konuyu ya da kişiyi rast gele seçmediği, düşünce yapısını destekleyen hikâyeler kaleme aldığı buradaki örneklerden de anlaşılmaktadır.

Kitabın son sözünden; “Mili devlet, ‘Türk ordu-millet milleti’nin cihazıdır. Kitabımda ordu millet fikrinin Ömer Seyfettin’in ve bağlı olduğu epistemik cemaatin millet-i müselleha fikrinden farkları ortaya konmuştur. ‘Ordu’ kelimesinin ‘askeri teşkilat’ kavramının karşılığı olarak anlaşılmasının hatalarına işaret edilmiştir.” (s.313)

Lütfi Bergen’in bu kitabını okuyanlar için hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Kitaptaki açılımlar, notlar, farklı düşüncelerin ortaya konan tezleri ve karşı tezler birçok kavrama zengin bir içerik kazandıracak. Ömer Seyfettin’e, ordu, millet, milliyet, Türklük kavramlarına daha geniş bir açıdan ve değişen bir düşünce yapısı ile bakılmaya başlanacak. Çünkü Bergen, ortaya attığı her düşünceyi tüm ayrıntıları ile sağlam bir zemine oturtarak tezlerini savunuyor. Yani olması gerekeni ziyadesiyle yerine getiriyor.

Lütfi Bergen – Ömer Seyfettin’in Turancı İslamcılığı- Yazı Gen Yayıncılık - 2021

 

O ELMAYI SEN OLSAN

Mustafa UÇURUM

“baştan alalım
en baştan
o elmayı sen olsan?”

Ömer Korkmaz bizi alıp cennetin ortasına bırakıyor. Zamanlardan bir zaman. Gökkubbenin altındayız. Mekân çok da önemli değil. Bir elma var karşımızda, bir de irademiz. Soru çok net; “o elmayı sen olsan?” Hz. Adem’le birlikte cevaplamak var bu soruyu ya da kapılıp gitmek bir şiir olan dünyanın çarkına.

Merakla beklediğim kitaplardandı Ömer Korkmaz’ın şiir kitabı. Şiire olan inancına hayran olduğum dostlardandır Korkmaz. Mahalle Mektebi dergisinin şiir editörüdür ve şiirin ruhuna tüm kalbiyle inanır. Şiirin ayak sesini duymadan buluşmaz şiirle. Uzun vakitler şiir yazmadı. Şiirin gelip kalbine dokunmasını bekledi. Şiir gelince de öyle sessizce gelmedi, tozu dumana katarak geldi, “Karınca Duası” bereketiyle hem de…

Ömer Kormaz’ın şiiri yaşadığımız zamandan değil farklı bir zamandan ve coğrafyadan seslenir bize. Sanki bu çağın adamı değil gibidir Korkmaz. Onunla hasbıhal ederken de bunu hissedersiniz. Bir anda klasik zamanların beyitler devşiren bir seyyahı olursunuz. Kitapta da bu hissiyatı hemen yakalıyorsunuz. Esrar Dede ile açılıyor kitabın kapısı;

“Gören sanur ki safadan sema-ı rah ederim
Döner döner bakarım kuy-i yâre ah ederim”

Şiirlerin “ah” eden bir yanı var. Kıssalardan hisse çıkaracak bir incelik de ayrı bir güzellik.

İniş İzni, Fasıllar ve Ağıt olarak üç bölüme ayrılmış kitap.

İlk bölümdeki şiirlerde ben insanın dünyadaki hallerini gördüm genel olarak. Bu iniş iznini ben insanın dünyaya inişiyle ilişkilendirdim daha çok. Ömür çizgisini de sık sık hatırlatan bir bölüm bu.

“otuz iki oldum ve hala ölmedim
buna şaşıyorum” (s.49)

Konuşma dilinin rahatlığı var Korkmaz’ın şiirinde. “Şiir söylemek” terimini vurgulayan bir rahatlık ve içtenlik şiirlerde kendini hissettiriyor.

“şeyhimle iyiyiz ama
vakıflar, kerametler
doktora git gel, değişen: reçeteler” (s.14)

Hayatın ve inancın şiirini yazıyor Ömer Korkmaz. Kimliğini açık etmekte bir beis görmüyor. Yani olması gerekeni yapıyor. Dizeler arasında ışıldayan birçok imge onun hayata bakışını ve duruşunu simgeliyor.

tanrıya küsülmez
O’na “çatlarcasına inanır” insan (s. 23)

“bir sürüngen gibi uyanmak için
öğrettiğiniz ne varsa
size kalsın
bize kalsın iptida
bize Tengri
bize Allah
bize Hüda” (s.31)

Fasıllar ve Ağıt’la sona eriyor kitap. Ağır bir lirik savrulma yoklarken içimizi bazen dünyanın son gününe karşı beklenen bir sûr çalıyor kapıları. Hepsi de insan olmanın bir gereği. Ne olacaksa kabul, ne de olsa başta denmişti denecek olan; o elmayı sen olsan.

“herkes acısına kendince mi ağlıyor
bu feryat ile ey
israfil’de sûr titriyor…” (s.79)

Kudüs’ü haritalardan sevenlere, incinmiş yüreklere bir Nuh Kaptan edasıyla umut aşılayanlara aspirin suyuna çorba bir şifa olacaksa şiir orada bizi bekliyor.  Gong çalıyor…

“sahneler açılsın
gong…
tanrıya bir merhaba
gong…
bizi burada çok üzüyorlar”

Peki o elmayı yiyecek miyiz? Ömer Korkmaz’la Mahalle Mektebi’nde yapılan söyleşide Ayşe Nur Kaymak soruyor; “O elmayı siz olsanız?” Cevap net: “Yerdim. Şüphesiz.”

Ömer Korkmaz, O Elmayı Sen Olsan, Loras Yayınları, 2021

 



GRAFEN BULUT

Mustafa Uçurum

Ali Güney’in ilk kitabı Grafen Bulut. Daha kitabın isminden başlayan bir gizem hemen sizi kendine çekiyor. Merak unsuru had safhada. Öykülerin içine girdikçe rahatlıyorsunuz, aslında çok da karmaşık bir durum yok. Her şey yaşadığımız gibi. İşin sırrı, Güney’in öykülerini yaşantısı ile harmanlamasında.

Yaşadıklarını birebir aktarmak zorunda değildir yazar. Nitekim; kurgu denen bir cevher var yazarın elinin altında. Sınırları belli olmayan, yazarın kaleminin ucunda dönüp duran bir evren bu.

Ali Güney de öykülerinde kurguyu anlatının merkezine taşıyor görünse de hayatından izler barındırıyor öyküleri. Bunlar yaşadıkları olmak zorunda değil elbette. Zamanın vre mekanın kendine bahşettikleri diyebiliriz. Konya, Bozkır, gurbet, yurtdışı görevi, öykünün fizikle kardeşliği gibi birçok ayrıntı Güney’in hayatından öykülere yansıyan güzellikler.

On üç öykü var kitapta. İlk öyküler bir solukta okunacak cinsten, kısa ama öz anlatımı olan öyküler. Sözü yormadan, meramını en kısa yoldan anlatıyor bu öykülerde Güney.

Protonun Yükü isimli öyküde birçok ayrıntıyı bulabiliyoruz. Gurbet, savaş, eğitim, göç, dijital kuşatma ve daha fazlası çıkıyor karşımıza.

İroninin kıyılarında dolaşıp duruyor Güney. Hayata dair rahatsızlığını söz arasında dile getirmenin derdinde olduğunu hissettiriyor. “Emrettiğiniz Gibi” isimli öykü tam anlamıyla bir “makam” öyküsü. Ast- üst arasındaki sıkışmanın vermiş olduğu toplumsal statü zafiyetleri ve çalışanların kafasının içinde uçuşup duran pervaneler.

“Projesi olmayan proje müdürleri”
“işe her gün geç kalan arkadaşların öğle yemeğini beğenmeyip, böyle yemek mi olur lan, iç sesiyle müdüre küfretmesi”
“aynı arkadaşların mesai biterken ‘müdürüm iyi akşamlar’ yarışına girmesi” (s.34)

Ali Güney, öyküye mesai harcayan bir isim. Mahalle Mektebi dergisinin öykü editörlerinden. Öyküye dair bir kurgu kitabın neredeyse tümünde peşimizi bırakmıyor; “Öykü Bilim Kurulu.” Öyküye dair ipuçları, göndermeler bu kurul aracılığıyla yapılıyor. “Delk Etkisi”; öyküye, kaleme, yazmaya dair içimizdeki unutulmuş duyguları canlandıran bir etkiyle yer alıyor kitapta. Hayatın tüm dijital yüzüne rağmen “kalemle yazmak” gelip gönül hanemize konuyor eski bir dost muhabbeti ile.

Kitabı iki bölüm gibi de düşünebiliriz. “Zigon yaşamlar” diye bir şey var hayatta. Akşam oturmaları, sohbetler, eşyalar, gitmeler, gelmeler, tüm bunların arasında uçup giden öyküler, hayatın telaşı, yaşam kaygıları, ertelenmişliklerin insanda bıraktığı derin yara, yeni eşyalar, işler, işçiler, yarım kalan şiirler ve daha fazlası…

Al, Güney, yabancısı olmadığı bir yaşamı anlatırcasına oldukça rahat bir dille kuruyor öyküsünü. Ne kendini ne de cümlelerini kasıyor. Yaşamak ancak böyle yer bulur diyorsunuz öykünün dünyasına girmeden ve yadırgamadan. Anlatımdaki sıcaklık aklınıza hiçbir şüphe getirmiyor. Olmuştur olması gereken diyorsunuz.

Kitabın son öyküsü; Dağlara Kar Yağıyor, bir babanın gölgesinde konaklayan çocuğun öyküsü. Yaşananlar yine hayatın sıcaklığıyla çıkıyor karşınıza. Babasının yanına hapishaneye giden çocuğun o geceyi babasının yanında geçirmesi içinizi ısıtıyor hem de dağlardaki kara rağmen.

Suriyeliler diye bir kavram var hayatımızda artık. Nereye geçerseniz giden, neresinden tutarsanız elinizde kalacak bir ince çizgi. “Bizim Jango Gönüllü Oldu” öyküsü aşka, ayrılıklara, mülteci sevdalara doğru koşan ve yarı yolda kalan bir sevdayı anlatıyor. Her şey gibi aşklar da yarım kalıyor ister istemez.

Grafen Bulut, Ali Güney’in yüz akı olabilecek ilk kitabı. Uzun zamandır öyküler yazan, edebiyat dünyasının içinde yer alan Güney, ilk kitabı ile beklediğimize değdi dedirtecek bir içtenlikle kitabını okuyucuna emanet etti. Yolu, bahtı açık olsun.

Ali Güney, Grafen Bulut, Pruva Yayınları, 2021 


📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑 

ŞİİRİN MATEMATİKSELLİĞİ

Mustafa UÇURUM

Şiirin, hayatın her alanına dokunan bir özgür yapısı vardır. Hayatla irtibatlı her imge şiirde kendine yer bulabilir.  Bu da şiirin etki alanını genişletmekte ve şiirsel evren olarak oluşturulan zemini daha geniş bir alana yaymaktadır.

Şiir ve matematik dediğimizde günümüz edebiyatında akla gelecek ilk isim kuşkusuz ki İbrahim Eryiğit’tir. Mesleği olan matematik öğretmenliğini şairliğiyle buluşturarak hem matematiğin şiirini yazan hem de poetikasını ortaya koyan bir kıymetli yazar ve şairdir Eryiğit.

Şiirin Matematikselliği, şiir üzerine yazılarından oluşuyor Eryiğit’in. On altı yazı yer alıyor kitapta. Kitabı bitirdikten sonra şiirlere bakış açınızın değişeceği muhakkak. Dizeler arasında sayıların gizemini arayacaksınız, matematik ve şiirin nasıl olup da ortak paydalarda buluştuğuna şahitlik edeceksiniz.

Şiiri ve matematiğin anlamlarını vererek başlıyor kitap. Kurulu bir kompozisyon var karşımızda. Şiirin ve matematiğin buluştuğu noktalar verilerek daha sonraki sayfalardaki açılımlara zemin de hazırlanıyor.

“Şiir ve matematiğin her ikisi de soyut bir yapıya sahiptir. Şiir yüreği somutlamaya, matematik beyni somutlamaya çalışır görünseler de aslında her ikisinin de büyük bir kaygısı yoktur.         “

Matematiğin imgesel diline dair oldukça özgün ifadeler var yazıda. Rakamların dilinden bakıyoruz şiire.

“Şiirin de özel dil olduğu bilinen bir gerçektir. Matematik kadar kesin formül ve kuralları olmasa da matematiğin dayandığı aksiyomatik yapıya benzer tarzda girift bir yapıya sahiptir.”

Şiirin teorik yapısından ve imgesel dünyasından sonra Eryiğit şairler ve şiirler üzerinden örneklere geçiyor. Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’un şiirleri sayılar bağlamında ele alınıyor. Verilen örneklerden de anlıyoruz ki sayılar şiirde yer bulunca kendine, farklı bir dünyanın sesine bürünüyor.  Duygu, düşünüş ve hayatın insana bakan yanı sayılar aracılığıyla bir yoğunluk kazanıyor şiirde.

“Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurtmuşum” (Çile, s. 35)

Necip Fazıl; şiirini farklı ilimlerin zengin dünyasıyla buluşturan bir şair. Tasavvuf, felsefe, sosyoloji gibi ilimlerin yanında fen ve matematik de onun şiirinin temel yapılarındandır. Eryiğit’in işaret ettiği noktaları görünce Üstad’ı n şiirine sayılar dünyasından da bakıyoruz.

Sezai Karakoç şiirindeki matematiği gelenek ve metafizik bağlamında ele alıyor Eryiğit. Anlam yoğunluğu ve sözlere giydirilmek istenen hakikat gömleği Karakoç’ta imani çizgide Yaratıcı’nın kudretini de işaret etmektedir.

“Nar taneleri birbirinin içinde eriyen
Yıldız ve ay döğmeleri karanlığın yüzünde
Ölüme hatıra savaşında alt eden altıgen
Baharın ay bölünmesi aşk gözünde”

Matematik bilmek ve bunu estetikle buluşturmak aslında hayatın da ritmini yakalamakla ilişkili bir durumdur. Estetik sadece şiirde değil içinde sanat olan her noktada kendini gösterir. “Hendese” bahsinde değiniyor Eryiğit bu estetik birlikteliğe. Yaşanır ve estetik şehirler inşa etmek sadece sayıların elinde olan bir güç değildir. Şehrin de bir ritmi vardır ve bunu da estetik ruha sahip kişiler sağlar.

“Şehrin öbür ucundan koşarak gelen adamın mesajına aldırmadan, hendese bilmeyen mühendislerin onayladığı çarpık ve sağlıksız binalarda, has şiirin ruhumuzu inceltmesine izin vermeden, ateş çukurlarının tam kıyısında, suya sabuna dokunmadan, toprakla temas etmeden ve sahip olduğumuz mallarla ve çocuklarla çevremize hava atarak hastalıklı bedenlerimizle birer canlı ceset olarak yaşıyoruz ruhsuz şehirlerde.” (s.69)

Eryiğit, kitabın ilerleyen bölümlerinde matematiği hayatın her alanı ile buluşturuyor. Aslında burada verilmek istenen mesaj çok net; matematik hayatın her alanında var. Yeter ki kullanılsın.

Sonda İbrahim Eryiğit’le “Matematik şiirden ne anlar? kitabı bağlamında yapılan bir söyleşi de var. Ali K. Metin’in sorularını yanıtlamış Eryiğit.

“Ülkemizde matematik kavramlarını kullanarak yazılan çok şiir var. Örneğin, parabol gibi kollarımı açıp, aşkımızın türevini alayım, sevgilerimizi çarpıp, acılarımızı çıkaralım… şeklinde. Ama benim bu kitapta yaptığım çok farklı, ben bütün matematik konularını çok ayrıntılı şekilde şiirlerle anlattım.

Bu anlamda dünya genelini bilmiyorum ama Türkiye’de ilk ve tek çalışma olduğunu biliyorum.”

Şiirin Matematikselliği’ni okuduğunuzda sayılara daha farklı bakmaya başlayacaksınız. Hem de sadece şiirde değil hayatın her alanında kendini hissettirecek bu değişim.

İbrahim Eryiğit, Şiirin Matematikselliği, SR Yayınları

📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑 


Kalk  Kudüs'e Gidelim

Mustafa Uçurum

“Kalk Kudüs’ gidelim sevgilim.
ALLAH bizi gözetsin, korusun, kollasın Kudüs hatırına.
Kalbimizin ağrısı, başımızın ağrısı, ruhumuzun ağrısı hafiflesin şehre yaklaştıkça.”

Tarık Tufan’ın mensur metninden bir bölüm bu. Kalk Kudüs’e Gidelim sözünü bir şiir edası ile gönüllere nakşeden sözlerle bir çağrıda bulunmak için iyi bir sebep Tufan’ın bu metni.

Murat Çakır’ın da kitabının adı Kalk Kudüs’e Gidelim. Bir Kudüs romanı bu. Çakır, vermek istediği mesajını kurgusal bir metin üzerinden iletiyor okuyucuya. Bir Kudüs tiyatrosu canlandırmak için bir araya gelen üniversite öğrencilerinin oyuna hazırlık süreci, oyun anı, sonrası kademeli olarak veriliyor. Aralarda gençlerin birbirleriyle, arkadaşlarıyla diyaloglarında Çakır, asıl mesajı iletiyor.

Kitabı okurken içinizde çırpınıp duran bir Kudüs kuşunun sıcaklığını hissedeceksiniz. İçinizde sürekli bir Kudüs’e gitme arzusu canlanacak.

Kitaba Hz. Ömer’in Kudüs’e giriş anı ile başlıyoruz. Öylesine duru, samimi ve mümince.

Cümle araları ümmete ve zalimlere mesajlarla destekleniyor. Sadece olay örgüsü değil romanda anlatılan. Söylenen her söz bir mesaj niteliğinde. Türkiye ve dünya Müslümanlarına da göndermeler var.

Okuldaki İngiliz Hoca Brad, gençlerle Kudüs üzerine konuşurken şu ifadeyi kullanıyor; “Ama orada bir devlet var. Otorite var. Otoriteye karşı gelmek olmaz ki.” (s.41)

Ne kadar tanıdık geldi değil mi bu cümle. Mavi Marmara yola çıkacağı zaman Fetö elebaşı da aynı cümleyi kullanmıştı. Romandaki bu gönderme oldukça yerinde olmuş.

Sergilenen tiyatro ve karakterler tam anlamıyla Kudüs ruhunu temsil eden özelliklere sahip. Abdulhamid, Selahattin Eyyübi ve Nurettin Zengi gibi karakterler ile romanda verilen mesajlar okuyucuya ulaştırılıyor.

Abdulhamid şöyle diyor;  “Bak şu densize. Bre densiz. Sen bilmez misin ki Filistin’den bir karış toprak vermem. Orası benim değil milletimin malıdır. Kâbe Allah’ın mabedi, Mescid-i Nebevî Peygamberin mabedi, Mescid-i Aksa ise ümmetin mabedi ve namusudur.” (s.53)

Murat Çakır, sergilenen bir tiyatro üzerinden Kudüs’e yürekten selamlar gönderiyor. Tam da bugünlerde içimiz dağlanarak izliyoruz Kudüs’ü. Zalimin zulüm çarkı durmak bilmiyor. Müslümanlar olarak Kudüs için dua göndermekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Kalk Kudüs’e gidelim diyecek takatimiz de yok. Sistemli bir el tüm yolları kapatıyor. İsrail, tüm kinini döküyor Kudüs’ün üzerine.

Yazılan her cümle, okunan her satır Kudüs için dua niyetine geçsin. Karşımızda din tanımayan, insani değerleri olmayan bir İsrail var. 

“Ama tarihinde kutsala saygının ne demek olduğunu bildiğine henüz bir kez bile şahit olmadığımız İsrail, mescidi bombalamaktan başka bir şey düşünmüyordu.” (s.95)

Dün de böyleydi, bugün de aynı zulüm devam ediyor.

Murat Çakır’ın romanı bir dua niyetine geçsin. Kudüs özgürlüğüne kavuşsun. Biz hep birlikte “Kalk Kudüs’e gidelim” diyerek bayram sevinciyle yollara düşelim. Bizden duası…

Murat Çakır – Kalk Kudüs’e Gidelim – Aksa Kitap

📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑 

İMAM-I AZAM EBU HANİFE

Mustafa UÇURUM

İsmine herkesin vâkıf olduğu kişiler vardır. Adını duyunca zihnine bazı çağrışımların geldiği ama bunların kendine fazla yer bulamayıp yitip gittiği bilgi kırıntıları gibi…

Duymak, bilmek, anlamak, idrak etmek, yaşamak… Bu evlerin herhangi birine takılıp kalır kişi. Onunla avutur kendini. Örneğin, Müslümandır, Kuran’a karşı çok saygılıdır ama ömrü hayatında bir kez olsun Kuran’ı baştan sonra anlamak için okumamıştır. Kuran’a saygı duyar yüksek yerlerde muhafaza ederek.

Mehmet Akif çok sevilir ama onun Kuran’dan bir damla olan Safahat’ını bir kez olsun baştan sona okumayan Akif sevdalıları vardır ne yazık ki…

Örnekleri çoğalmak mümkün.

Elimde Fatma Türk Toksoy’un Şule Yayınları arasında çıkan İmam-ı Azam Ebu Hanife kitabı var.  Müslümanlar arasında adının büyük bir çoğunluk tarafından bilindiği isimlerdendir İmam-ı Azam. Mezhep imamı olması sebebiyle oluşan bu aşinalığın ötesine geçildiği çok da vaki değildir. Belki kulaklar dolma birkaç menkıbe, o kadar.

Hayatının her anı örneklik teşkil edecek değerde bir ömür sürmüş olan İmam- ı Azam; ilmiyle, ahlakıyla ve peygamber sevgisiyle mutlaka tanınması ve tanıtılması gereken bir isim. Mezhep imamımız diyerek geçiştirmek; her anı mükemmel yaşanılmış bir ömre haksızlık olacaktır.

Toksoy’un kitabı geniş bir biyografi. Adım adım bir hayatın içine süzülüyoruz. Coşkulu bir anlatım, sevgi dolu bir yüreğin kelimelerin üzerine titrediğine şahit oluyoruz.

İmam-ı Azam’ın yetiştiği ortam ve aile yapısı bölümlerini tüm ailelerimiz bilse, çocuklarına anlatsa özlem duyduğumuz günlere ulaşmamız daha kolay olacak aslında. Öğrenmek ve öğretmek. Kademeli bir şekilde ilmi ve irfanı hayata tatbik etmek. Önce aile büyükleri kendilerini yetiştirecek, daha sonra ev halkının yaşantısına müdahale edecek.

İmam-ı Azam’ın anne ve babasını da tanıtıyor Toksoy. Bir alimin yetiştiği ortamı böylelikle tanımış oluyoruz. Bir damla haramdan kaçınan, küçük görünen ama ucu harama çıkan her şeyden uzak duran bir anne ve babanın yetiştirdiği bir evlat Ebu Hanife.

Kitapta örnek olaylar kesitler halinde veriliyor. Anlatılanların tümü İmam-ı Azam’ın bir ilim deryası, terbiye abidesi olduğunu gösteriyor bizlere.  

“Ebû Hanife, her hali ve tavrıyla insanları ilme teşvik ederdi. Bir gün çok güzel giyinmiş bir hâlde yolda giderken birisi sordu: ‘’Ya üstat! Bu kadar kıymetli elbiseyi giyip tantanalı bir vaziyette sokaklarda gezmenizin hikmeti nedir?’’ Ebû Hanife cevapladı: ‘’Herkes bana baksın da ilme meyletsin diye bu ziynetleri takınırım. Yoksa bunlar bana bir yüktür!’’

Müslüman, her şeyiyle Müslüman’dır. Davranışlar insanı ele veren ilk ipuçlarıdır. İlim sahipleri de bunun bilinciyle hareket etmişlerdir. Attıkları adımın, İslam’ı temsil ettiğinin bilinciyle davranışlarına bir ahenk vermişlerdir.

Abdullah İbn Mübarek hocasının yolda nasıl yürüdüğünü şu cümlelerle anlatır: “Hazreti İmam ne zaman yolda yürüse karşısından gelenin kadın mı erkek mi olduğunu bilmezdi. Yani onlara bakmaz, bakmadığı içinde onların kadın mı erkek mi olduğunu teşhis edemezdi.” Çünkü İmam buyurdu ki: “Yolda giderken sağa sola bakma! Daima önüne, toprağa bak!” (s.230)

Çektiği sıkıntılar, işkenceler, mücadele ile süren bir ömür ve tüm bunların yanında bir ilim deryası olarak yetişen Ebu Hanife. Her davranışı ile Kuran’ı ve Peygamberi temsil eden bir duyarlılığa sahip mümin yürek.

Anneye karşı hürmet, Kuran’a,  Peygambere karşı saygı ve bağlılık Ebu Hanife’nin yaşam biçimi olarak kitapta yer alıyor. Toksoy, ele aldığı her konuyu örnek olaylara destekleyerek hem anlatılanları somutlaştırıyor hem de anlatımı akıcı hale getiriyor.

Kitabın sonunda yer alan vasiyetler her ne kadar belli kişilere ( oğlu Hammad, Talebesi Ebu Yusuf) söylenmiş olsa da tüm insanlığın çıkaracağı payları saklamakta içinde.

“Nefsine acıma. Sözünde ve işinde evvela adaleti kendi nefsinde tatbik et. Dinî bir zorunluluk olmadıkça nefsin her istek ve arzusunu yerine getirme.” (s.328)

“Ey Oğulcuğum! Allah Teâlâ’yı hatırla, ziyadesiyle zikret ve Resûlüne çokça salat-ü selam getir.” (s. 329)

Fatma Türk Toksoy, Ebu Hanife’nin eserleri hakkında da bilgiler veriyor. Onun bir ilim deryası olduğunu ortaya koyan ve yolumuza ışık olan eserler bunlar.

Ebu Hanife’nin Peygamber sevgisi ile dokuduğu “el Kasîdetü’n- Nu’maniyye” adlı kasidesi yer alıyor kitapta.

“Kastî geldim sana, ey Seyyid-i Sâdât
Amma isterim senden himayet, dilerim senden rıza”

Sensin ol kim olmasan, halkolmaz idi bir ahad
Belki halkolmazdı âlem, belki hep cümle verâ”

Fatma Türk Toksoy,  İmam-ı Azam Ebu Hanife kitabı ile oldukça duru bir anlatımla, her seviyede okuyucuya hitap eden önemli bir eser ortaya koymuştur. Bir yıldız gibi tutunacağımız kaynak olan Ebu Hanife’yi samimi bir anlatımla ve kaynaklar eşliğinde  ele alarak özellikle rol model arayanlar için yaşanmışlıkları da tarihi akışın içine ekleyerek iç içe geçen bir üslubu tüm kitaba yansıtmıştır.

Son söz Ebu Hafine’den; Vaktinden önce riyaset isteyen, idarecilik elde etmeye kalkan zelildir.”

Fatma Türk Toksoy, İmam-ı Azam Ebu Hanife – Şule Yayınları  

📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑 


Ersin Nazif Gürdoğan'la Hicaz'dan Endülüs'e

Mustafa UÇURUM

Gezi yazısı okumak, uçsuz bucaksız mekânlara yelken açmak gibidir. Okursunuz ama içinizin bir yanı anlatılan yerlerin kıyısında köşesinde soluklanıp durur. Bir de anlatıcı adım attığı her yere farklı bir gözle bakıyor ve sadece rehberlik yapmıyorsa, şehirlerin ruhuna da dokunuyorsa o zaman tam bir seyyah oldunuz demektir.

Ersin Nazif Gürdoğan’ın İz Yayınları arasından çıkan Hicaz’dan Endülüs’e kitabını okurken, anlatılan yerleri sadece gezmiyorsunuz, şehirlerin havasını adeta tüm hücrelerinizde hissediyorsunuz.

Kitabın ön sözünden:

“Mekke’den Kurtuba’ya kadar, değişik şehirlerde görülebilecek yerleri gördüm, ancak kimsenin görmediğini görmeye, kimsenin düşünmediğini düşünmeye, kimsenin bakmadığını bakmaya çalıştım. Bir izlenim ya da gezi yazısını tatlandıran ve renklendiren ana unsuru, herkesin geçtiği yollardan geçerek, kimsenin yakalamadığı boyutları yakalamak olduğunu düşünüyorum.”

Hicaz’la Başlıyor Kitap

Cidde’deki Abdulaziz Üniversitesinde öğretim üyesi olarak göreve başlıyor Gürdoğan. Bu başlangıç aslında uzun soluklu bir yolculuğun da ilk adımı gibi. Ardı ardına geliyor şehirler, ülkeler ama ilk adım çok önemli; Cidde. Yani Mekke’ye açılan kapı. Bereketinin tarifi imkânsız. “Sınırların Dışına Çıkmak” bir ufkun, insanın önünde açılmasıdır. Bir sınırı geçmek sadece bir seyahat olarak adlandırılamayacak büyük imkânlar sunar kişiye. “Dünyada bir ülkeden başka bir ülkeye gitmek, sınırların dışında düşünmeye, yeni açılımlar kazandırır. (s.15)

Şehri sadece yapılarıyla anlatmıyor Gürdoğan. Manevi iklim, ekonomik yapı, sosyal yaşam gibi konular iç içe ele alınıyor kitapta. Şehrin sosyolojisini de öğreniyoruz yaşanmış anılar tadıyla. Cidde her özelliğiyle bir tatlı huzur esintisi veriyor satırlar arasından.

“Cidde’de evlerde çatı ve kiremit derdi yok, toprak damlar gibi, çatılar da dümdüz yapılır. Yine de yeni yapılar arasında balkonsuz evler görünmez.” (s. 29)

Daha sonra Mekke’yi, Medine’yi, Uhud’u, Nur Dağı’nı ve gönlümüze bereket olan mekânları adım adım geziyoruz. Tarihiyle, doğasıyla, şehir kimliği ile ele alıyor her bir köşeyi Gürdoğan. Bazen bir şehir kültürünün içinde buluyoruz kendimizi, bazen bir hac rehberinin manevi iklimine kapılıyoruz.

“Nur Dağı Mekke’nin en yüksek noktası olarak bilinir. Ademoğullarının, annelerinin ve babalarının, cenneti yitirdikten sonra ilk defa buluştukları Mekke’ye yolu düşen herkesin yardımına koşulur. Kabe herkese kutup yıldızı olma görevi üstlenir.”

Birleşik Krallık

Arabistan yarımadasından sonraki durağımız Birleşik Krallık. Batı’nın yüzüyle karşı karşıyayız. Sadece gelişen, büyüyen, sanayi devi olan batı değil anlatılan. Sömüren, yok eden, yakıp yıkan batı da var Gürdoğan’ın anlattıklarında. Elbette bir mümin bakışı ile temaşa ediyor her yeri Gürdoğan.

“Kan ve gözyaşı üzerinde büyüyen zenginlik ve teknolojik gelişme, Batı’nın iç çürümesini ver sosyal çözülmesini onarmak şöyle dursun, tam tersine çürümenin ve çözülmenin, her geçen gün biraz daha hızlanmasına yol açıyor.”

Birinci Dünya Savaşı’ndaki İngiltere’nin rolü ve Osmanlı ile olan ilişkileri, sömürü düzeninin işleyişindeki rolleri de kitapta yer alan ayrıntılardan.

Ve Endülüs

Kıbrıs sahillerinde Akdeniz havasını aldıktan sonra ulaşıyoruz Endülüs’e. Ne derin anlamlar var bu isimde, ne derin yaşanmışlıklar. Endülüs demek bir tarihin ruha ilmik ilmik işlenen sayfası demek.

Önce İspanya’yı tarihiyle, doğasıyla dolaşıyoruz. Şehirlere uğruyoruz. Kendimizi Endülüs’e hazırlıyoruz. Görüyoruz ki tüm dünyanın Endülüs’e ihtiyacı var, en çok da Avrupa’nın. İspanya Müslümanları ve Avrupa’ya karşı İspanya ele alınıyor.

“Roger Garaudy başta olmak üzere, Avrupa’da bilgi ve bilgelik olarak ne varsa, hepsi Endülüs’ten alınmıştır diyen Avrupalı Müslümanlar Avrupa’da Doğu ile Batı dünyası arasında bir köprü kurmak için İspanya’nın tarihsel birikiminin büyük bir önem taşıdığına inanıyor.”(s. 188)

Gürdoğan’ın anlatımıyla bir kez daha gönlümüz kapılıp gidiyor Endülüs’e. Sanki köşe başından atlılar çıkıp gelecek; başlarında Selahaddin Eyyübî. Ezanlar yankılanacak göğe. Kurtuba şenlenecek, Avrupa kaybettiği nizamına kavuşacak.

Kurtuba Camii’nin mahzunluğunu okuyunca içimize bir acı gelip oturuyor. Endülüs’ün yüzyıllar öncesinden yaydığı ışığın bir dua niyetine geçmesi hepimizin arzusu.

Hicaz’dan Endülüs’e aldığımız yol, büyük bir coğrafyanın soluduğumuz iklimiyle son buluyor.

Bir medeniyet atlası içtenliği ile okunacak bir kitap Hicaz’dan Endülüs’e.

Ersin Nazif Gürdoğan – Hicaz’dan Endülüs’e – İz Yayınları

 

 

📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑 

KUDÜS’E BİR MİM KOYMAK

Mustafa UÇURUM

Kudüs’ü bir sevda ile anlatmak, bu sevdayı kanatlandırıp Kudüs’ün gölgesinde soluklanmak. Ümmet coğrafyasının evrensel bir davası ve sevdasıdır Kudüs. Onun sevinci gönülleri hoşnut ederken, onun mahzunluğu yüreklere ağır bir pranga vurur.

Ne yazık ki uzun yıllardır Kudüs demek acı demek, gözyaşı ve keder demek. Zalimin zulmü bitmiyor, Kudüs’ün zincirleri yüreğimize gerilmeye devam ediyor.

Büşra Yılmaz Tekin’in Mim isimli romanı, Kudüs sevdasıyla örülmüş bir kitap. Kurgusal ögeler olsa da karşımızda her şeyiyle Kudüs var. Rehberimiz Tekin, Kudüs’ü karış karış gezdiriyor bize. Öylesine ustaca bir rehberlik yapıyor ki günün birinde yolunuz Kudüs’e düştüğünde caddesiyle, sokağıyla, satıcı ve çocuklarıyla elinizle koyacağınız ayrıntı var kitapta.

Kudüs’te başlayıp yeşeren bir aşk, romanın tümüne hakim olsa da Tekin, romanı Kudüs aşkına evirerek asıl maksadından hiç uzaklaşmıyor Tekin. Yavuz ile Meryem’in tanışması, evlenmeleri, yaşanan ayrılıklar içerisinde biz Kudüs’ü adım adım geziyoruz. Meryem, gazeteci kimliği ile sokakları dolaşırken aslında bize Kudüs nefesi aldırmak istiyor ve bunu da tüm kitap boyunca başarıyor.

“Yavuz ile Meryem Kudüs çarşılarından yürüyerek Müslüman mahallesine doğru ilerlemeye başladı. Kudüs çarşıları acılarını unutturacak kadar renkli idi. Müslümanların bir Türk vatandaşı gördüğündeki tepkisi yürek gülümsetecek kadar doğaldı.” (s.41)

Roman boyunca Yavuz, Meryem’den geriye kalan günlüğü (Hira) okuyor. Meryem yokken de var aslında. Onun anlatımı ile Kudüs’ün varlığını hissediyoruz.

“Hira, etraf toz duman…

Beton yığınları arasında yürüyorum. Tek sağ kalan benim. Yıkıntıların arasındaki insanların içinden geçip bir yere varmaya çalışıyorum. Her taraf toz duman. Sol tarafımda hep bir ağrı var. Bebek ve çocuk sesleri birbirine karışıyor. Sesin nereden geldiğini kestiremiyorum. Sadece yürüyorum.” (s. 31)

Büşra Yılmaz Tekin, Kudüs’e olan sevgisini her fırsatta kahramanları aracılığı ile iletiyor romanında. Ancak böyle bir sevda ile anlatılabilir Kudüs. Yine Meryem’in Hira’sından süzülüyor cümleler tüm içtenliği ile.

“Kudüs, aşık olunası bir şehir.

Gül  şehir.  Dikenli yollarla dolu, gül şehir.

Tüm Ortadoğu’yu gezdim. Kudüs gibisini ne gördüm ne duydum ne de anlattım. Hayatımda ilk defa vatanımdan başka bir toprağı benimsedim.” (s.70)

En güzel mekân diye anlatıyor Kubbetü’s-Sahra’yı Tekin.  Kurulan hayaller öylesine içten ki insanın içine dokunuyor her cümle. Bir anda kendimizi o kutsal mekânda hissediyoruz, içimize dokunan bir fıstıklı helva kokusunu tüm canlılığı ile yanı başımızda sanki. “İnsanlara önem verdiğiniz gibi onların hayallerine de önem verin.” cümlesi gelip gelip dokunuyor kalbime. Öylesine içten, öylesine sıcak, Kudüs gibi.

“Kimler var diye bakındığımda ise Kudüs murabıtalarından Ümmü Rüzgâr, tatlı bir telaş ile Mescid-i Aksa’daki ümmete fıstıklı helva dağıtmaktaydı…  Kendisine baktığımı fark etmemişti, elindeki tepsiyi tutmakla ve herkese yetirmeye çalışmakla meşguldü.” (s. 89)

Kudüs ve dikenler.  Bu acıyı ve zulmü de tüm sıcaklığı ile görüyoruz romanda. Kudüs’ün özgürlüğüne gerilen barikatlar ve silahların gölgesindeki Kudüs. İçimizi daraltan bu acı, zulüm ile âbâd olacağını zannedenlerin insanlıktan nasibini almamış yüzleriyle devam ediyor.

Kudüs’te olmak, Kudüs’le hemhal olmak, yüreğini Kudüs’e berkitmek, Kudüs’e feda etmek canını. Tüm bunlar ancak sonsuz bir sevda ile olur. Meryem gibi, mim gibi.

“ Meryem, acıdan kıvranamıyordu bile. Yavuz ise Meryem’e yetişemiyordu, yetmiyordu. Elinde değildi Yavuz’un. Allah-u Teâlâ imkân vermedikçe hiçbir canı kurtaramayacağını biliyordu...

Meryem, Mim durağına rastlamıştı.

Geçemezdi bu durağı, durması gerekiyordu; durdu Meryem.

Ve Mim’lendi Kudüs’e…

Büşra Yılmaz Tekin’in Mim romanı, bir ilk kitap. Anlatımı, içtenliği ve olay örgüsü eşliğinde mesajı iletmedeki samimiyet anlamında umut vaat ediyor Tekin’in kitabı.

Mim romanının özgür Kudüs için bir dua niyetine geçmesi dileğiyle.

Büşra Yılmaz Tekin - Mim – Aksa Kitap

📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑 


GÜVERCİNİM SÜT BEYAZ

Mustafa Uçurum

Billur ırmaklar gibi çağlayıp duran bir şiir evreni. İçinden havalanan kuşlar, gülümseyen çocuklar, anneler, babalar, hüznün öz kardeşi bir duruş ve kırılmış yüreklerin dua niyetine sarıldığı şiirler. Bunlar aklıma ilk gelenler. Eğer Gökhan Akçiçek şiiri okuyorsanız aklınıza geleceklerin sınırı yoktur. Yüreğinize çarpıp duran her dize, adeta imbikten düzülmüş bir kıymettedir.

Güvercinim Süt Beyaz, Gökhan Akçiçek’in yeni şiirlerinden oluşan kitabı. İlk kitabı Bulutlar Örtmese Güneşi ( 1995) kitabından başlayarak sıkı bir takipçisiyim Akçiçek’in. Sadece şair olarak değil, bir abi ver dost olarak da gönlümdeki yeri çok ayrıdır onun.

Yazdıkları gibi sımsıcak bir yüreği vardır. Gülerken sadece gözleriyle değil yüreğiyle de güler.

Çocukların kalbini öyle güzel okumuştur ki onları anlatırken sanki onlardan biri gibidir adeta. Şiirinin uzağında değil tam içindedir. Birinci tekil şahıs hiç bırakmaz yakasını.

“Aslında ben daha önce de
Güvercinlere
Gülümsemiştim.”

“İlk defa unuttum
Kime yazdığımı ;
Bir şiiri.”

Anne dendiğinde akan sular duruyor Akçiçek’te. Anneler tüm güzellikleriyle gelip konuyorlar şiirin tam ortasına. Öylesine yürekten öylesine can gibi.

“Bağışlarsın artık beni
Öyle değil mi anne
Daha önce almıştım çünkü
Yanağının ölçüsünü
Öpücüğümle…”

“Ben gecikeceğim
Anne.

Siz devam edin
Duvar diplerinde
Gezinen kedileri
Sevmeye.”

Anneler olur da babalar olmaz mı… Onlar da Akçiçek şiirinin en değişmez imgesidir.

“Babamın atı
Huysuz yine
Sakinleşir belki
Sarılırsa bir ağaç
Yanındakine.”

“Babam duyarsa
Üzülme der
Bu kadar,
Nasılsa geride
Yirmi sekiz harf
Daha var.”

“Her Harfin Bir Şiiri Var” kitabıyla başladığımız harflerin dünyasındaki yolculuğumuz bu kitapta da devam ediyor; “Reçel Kavanozuna Düşen Harf” bölümünde harflerin izini sürüyoruz. Hem de bir masal dünyasında yol alır gibi.

“Bak yine ayak ayak
Üstüne atmışsın
R harfi
Ne kadar ayıp
Çok üzüyorsun
Büyüklerini”

“Ah can eriğim
Bir daha gülümse
İncelsin bazı harfler.

Konuk olsun hanemize
Sümbülteber.”

Kitabın son bölümü bir amcanın yeğeni için yazdığı şiirlerden oluşuyor; “Arzum Ela’nın Şiir Defteri.” Elbette burada en şanslı kişi; Arzum Ela. Doğduğu günden başlayıp gün gün şiirler yazan bir amcası var onun.

“Bir çiçeğin ilk günü bugün
Yalvarırım
Işıklar açık kalsın.
Ve göz aydını dileyin
Annesine
Saçlarını örer gibi ilkyazın.”

“İlk gülücüğümün şaşkınlığı bu
Bağışlanmamı dilerim
Anne
Söz, menekşe kokusu da
Ekleyeceğim ikincisine.”

Gökhan Akçiçek, Güvercinim Süt Beyaz ile bizleri yeni şiirleriyle buluşturdu. İçimde uslanmaz bir rüzgâra kapılmış yürek ile daldan dala konan bir heyecan tufanı hiç eksilmedi şiirleri okurken.  Ve şunu gönül rahatlığı ile söylüyorum; İyi ki Gökhan Akçiçek ile aynı çağda yaşıyoruz.

Gökhan Akçiçek- Güvercinim Süt Beyaz – Ordu Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları

📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑  


ARINMA ZAMANLARINA

Mustafa Uçurum

“Sen ey yolcu arınma zamanlarına doğru yola revan olduğunda başlar her şey. Değil mi ki Efendimiz de Risalet’ten önce kutlu bir yolda, bir kutlu yürüyüşe hazırlanıyordu.” (s.12)

Kutlu bir yürüyüşe çıkmak. Kendini yenilemek, arındırmak, çağın kirli yüzünden kurtulmak için yola düşmek. Belki de en zor karar verilen şeylerden biridir bu yola çıkma kararı. Bulunduğu durumdan hoşnut olmama, dünyanın gidişatından irkilme halinin bir kararıdır gitmek. Yani umarsızların başaracağı bir eylem değildir bu yürüyüş.

Arınma Zamanlara ile çıkageldi Selvigül Kandoğmuş Şahin. Hem de içimizin arınmaya en çok ihtiyaç duyduğu bir zamanda. Dünyanın bir cendereye çekildiği, elimizin kolumuzun bağlandığı ve kendimizi kendimize çağıracağımız bir zamanda…

Yolumuz ve adresimiz belli; bizlere ümmet olma bilincinin aşılandığı kutlu zamanlara doğru gitmek için sıkı bir sefer hazırlığına ihtiyacımız var.

Şahin, sorumluluklarını yazdığı her cümlede hisseden ve hissettiren bir yazar. Öyküde, denemede, köşe yazısında aynı duyarlılığa sahip. Yani yazdığı her cümlenin hesabını Yaratıcı’ya vereceğinin bilinciyle kuruyor cümlelerini.

Dört bölümden oluşuyor Arınma Zamanlarına. 1- Arınma Zamanlarına 2- Kitabın Çağrısı 3- Kudüs’ün Kandilleri Hiç Sönmesin 4- Bu Gidiş Nereye

Her bölüm kendi içinde ayrı bir dünya.  Bölümler değişse de hassasiyetler aynı; Hakkı ve hakikati anlatmak.

Kalbiyle konuşmak, kalpten konuşmak. Bu inceliği hissediyoruz yazılarda. Kalbine kulak vermemenin en kutlu seferine şahit oluyoruz.

“Kalbine soranlar bellidir. Kalbi ile dertleşenler, halleşenler bellidir. Kalbine iltica ederek oradan kendi Hira’sına doğru yolculuğa çıkanlar bellidir.” (s.21)

Kitabın ilk bölümü arayışlar şeklinde ilerliyor. Kalbin rehberliğinde sürüyor bu arayış. Bulmak için aramak gerek mesajını alıyoruz. Kazanmak için sefere çıkmak gerek.

Değişmez gerçek; ahiret. Bunun bilincinde yaşamak insanı doğru bir istikamete yöneltecektir.

“Ne çok kapı vardır dünya yolculuğunda önünde durduğumuz, ter akıttığımız, açılmasını beklediğimiz, yeri geldiğinde hırsın ve tamahın güdülemesi ile kendimizi kaybettiğimiz.” (s.51)

İkinci bölüm, kitaplar üzerine kaleme alınmış yazılardan oluşuyor. Kitaplar, etkinlikler, kitaba gönül verenler…

Üçüncü bölüm, Kudüs’ün nefesini dala damla hissettiren yazıların bir dua niyetiyle bir araya geldiği içimizi titreten bir ezgi gibi adeta.

Kudüs’ü anlatıyor Selvigül Şahin. Mahzun Kudüs’ü, yalnız ve hüzünlü… Açık bit davet bu.

“Dostlar Kudüs bizi bekliyor. Dualarımızla, içli yakarışlarımızla Kudüs bizi bekliyor.” (s. 105)

Sadece Kudüs değil, mazlum coğrafyaların yürek sesini de duyuruyor Şahin bizlere.

“Dualar ediyoruz, bu yangın, ezelden berridir süregiden bu acı yangın bir son bulsun. Ama işte dünya dengeleri uğruna; vahşi kapitalizm ve Batı hegemonyası ve Amerikan emperyalizmi uğruna; Bağdat, Şam, Filistin, Yemen, İdlib ateşe veriliyor.” (s.111)

Kitabın son bölümünde salgın günlerinin hak-i pür melalini anlatan yazılar da yer alıyor. Yaşadığımız küresel bir kıskaçla karşı karşıyayız. Karşımızdaki tehlike sadece basit bir virüs değil. Arkasında büyük güçlerin gizli planlarının olduğu bir oyun bu. Durum ne olursa olsun büyük bir hizaya çekilmeye ihtiyacı var insanlığın. Elbette, anlayana.

“Modern zamanlar, insanın ikinci düşüşünü gerçekleştirdi. İlk cennetten düştü insan, ikinci düşüşü ise modern çağın tam ortasına, dünyada kendine cennet tasavvurunu inşa etmesiyle başladı.” (s. 128)

Selvigül Şahin’den Arınma Zamanlarına dair bir arzuhal içtenliğiyle kaleme alınmış yazılar bekliyor okurları. Bol bol dua edeceğimiz, edilen dualara içten aminler göndereceğimiz yazılar bunlar. Bereketi daim olsun.

Selvigül Kandoğmuş Şahin – Arınma Zamanlarına – Okur Kitaplığı

 

📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑  



ŞEHRE BODOSLAMA DALAN ŞAİR

Mustafa Uçurum

“Anne şair olursam
Seni saraylarda yaşatmam yaşatamam” diyor Muhammed Münzevî ilk kitabı  Şehre Bodoslama’da. Kitabını da annesine ithaf etmiş şair. Bundan güzeli var mı? Anne duası almış şiirler diye okudum kitabı.

Kitabıyla edebiyat dünyasına adım atan şairlerden değil Münzevî. Önce dergilerde yazdı, sonra kendi dergisi Mahfel’i çıkardı. Yazmaya ve dergisini çıkarmaya devam ediyor. Yani edebiyatın içinden bir isim. Şiirleri de bu havayı hissettiriyor. Özgün imgelerle kurulu, akıcı şiirler kitabı var elimizde.

İki bölümden oluşuyor kitap. Şehre Bodoslama ve Bir Külün Sonunda Arzu.

Çalışılmış dizelerle şiirini kendi sesini katmak istiyor her sözüne Münzevî. Sıradan dizelerle değil de kendine has bir duruşla şiirler kurmanın uğraşını verdiğini hissettiriyor şiirlerinde.

“Yaralı keklikler seker
Annemin ağarmış dudaklarından” (s.13)

“Bir kaşıntıyken sarhoş bir kalıntı olur
Arka safları berkiten çocuklar” (s.15)

“Dijitaldir kederimiz
Kadınlarımıza sarılamayız biterse şarjımız” (s.22)

“Şehir” ve “şiir” birbirine yakışan iki imgedir. Şehrin şiire yaslı bir yanı var. Sokakları, karanlığı, keşmekeşi ile şehir ablukaya alınmış bir yüreğin tüm hücrelerini ilmik ilmik dokuyan bir şiirdir. Şehre dair bir hesabı var şairin. Yaşadıkları, umutları, kaybettikleri ve eşkâlini yeryüzü atlasına geren bir hali var şehrin.

Kenar mahalleden şehre inen, oradan büyük şehirlerde nefeslenen şairin; hayata, şiire ve şehre bodoslama dalışının hâl ü pür melâli bu şiirler.

“Şehre varıyorum
Barkotlu binalar batıyor avuçlarıma” (s.13)

“Ben taşralı o şehrin kenar mahallesinde
Akşam ezanına kadar top koşturan
Mavi önlüklü gözleri çekik
Bir taş mektepliyim” (s.33)

Ve şehirde yaşayan bir şiirin sesini hiç eksik etmiyor Münzevî. Tüm imgelerin arasında nefes alan şiirini duyabiliyoruz. Hayatla irtibatlı şiiri kurmak da şiire dahildir. Günlük hayatı şairanelikle buluşturmak şiirimize Garip Akımı ile birlikte adım atsa da hayattan kopuk şiirin yaşam ömrü de uzun olmuyor ne yazık ki. Münzevî, yaşamak denen kaygıyı şiirine sindiriyor şiirin gölgesinde.

“Kaldı bir tebessüm bıyık altımızda
Kredi borcuyla aldık arabalarımızı” (s.23)

“Kulaklarımızı tıkadık sigara dumanlarına
Ciddi zararlar verdi televizyon izlemek
Bize ve çevremizdeki pasif izleyicilere” (s.24)

Kelimelerle oynamayı ve çağrışım yapmayı seviyor Muhammed Münzevî. Şiire zenginlik katan ve dizeler arasından yani anlam yoğunluğu aramaya yollar açan bu tür kullanımlara sık sık rastlıyoruz şiirlerde.

“Tespihte kusur olmaz” (s. 27)

“Dünya sahte dünya gaste dünya paste” (s.36)

 “Hırpalanan vatansavarları uyarıyorum” (s.42)

“İçim daralıyor hudutlarım haydut” (s.43)

Kitabın ikinci bölümü de bir çağrışımla karşılıyor bizi; “Bir Külün Sonunda Arzu” ile birlikte aklımıza hücum eden bir Ahmet Haşim var.  Birinci bölümde yer alan “Dört Darabesk Havası” şiirinde de Haşim’in gönlüne dokumuştu Münzevî.

“Tut beni ya vatan
Tan tan tan akşam yine akşam yine akşam

Harmanlanmış bir şiir evreni var Münzevî’nin. Haşim çağrışımı olsa da yoğun melankoli karşılamıyor bizi. Hayatın tüm renkleri var şiirlerde. Aşkın acı çeken yüzü yanında direnişin gür sesi birden bire çıkabiliyor karşımıza.  Kitabın tümüne hakim bu hava. Elbette olması gereken de bu. Hayattan beslenen şiirin rengi de hayata dair olmalı. Münzevî bunu başarılı bir şekilde uyguluyor şiirinde.

“Yürüdüm kardeşim Kudüs’ü kol saati gibi taşıyamam
Elimi verdim kolumu kaptı ağlama duvarı hamamları
Diasporanı verdim paramı serdin yere
Asidin kaçmış bir kere” ( s. 50)

Bir ilk kitap olarak Şehre Bodoslama, Muhammed Münzevi’nin başarılı şiirlerinden oluşan bir kitap. Bunda; şiire verilen emek ve mesainin payı çok büyük. Yolu açık olsun şairin.

Muhammed Münzevi – Şehre Bodoslama – Klaros Yayınları

 📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑 




Baltan Taşa Değecek

Mustafa Uçurum

Bütüncül bir bakış açısıyla öykülerini bir araya getiriyor Abdullah Harmancı. Muhit Kitap’tançıkan yeni öykü kitabı “Baltan Taşa Değecek” de böyle bir kompozisyon ile ulaştı okuyucuya. Kitapta bu isimde bir öykü yok. Fakat öykülere bakınca hayatı keskin bir sınırda yaşayan insanlar çıkıyor karşımıza. Yenilen, ümidini yitiren, her şeye rağmen ayakta durmaya çalışan insanlar… Yani baltası taşa değecek insanlar var karşımızda.

Kitabın ilk öyküsü “Yenilginin Süreksiz Keşfi” hem kitabın adına yakışan hem de kitabın tümünü temsil edecek nitelikte bir öykü. Hayalleriyle, umutlarıyla yaşayan bir amca ve yarım kalan yaşamak denen kaygı… Sonra dayının kurduğu hayaller ve bir şarampolde son bulan hayat…

İçiniz dolup dolup taşıyor Harmancı’nın öykülerini okurken. İnişli çıkışlı bir ritim sizi de içine alıyor. Sevinçle hüzün, bulmakla kaybolmak, gitmekle kalmak arasında savrulup duran hayatlar…

Geçmişin izleri ister istemez insanın önüne çıkıyor. Boğazı düğümleyen, cümleleri üç noktalı bırakan, rüzgârı ters çeviren bir savrulma… Her şeyin yarım kalma korkusu, baltanın taşa değme ihtimali…

“Ben var ya ben… Yayınevimizin adı… Diyecektim ki… Ama tam da o anda büyü bozulacaktı.” (s.14)

Bir kitabı okuyup bitirdik sonra aklımda uçuşup duran bazı cümleleri zapt edemediğim çok olur. Bütün anlatılanların üzerine gelip konuyor bazı sözler. “Behçet Bey Neden Gülümsedi?” kitabında “tak tak tak” diye çınlayıp duran yüreğime üç çivi; bu kitapta da yerini “Allah’tan ne isteyelim ki daha?” sözlerine bıraktı. Bahaddin bu sözü tekrarladıkça benim de içimden aynı cümle geçti çünkü en sık kullandığım ifadelerden biridir bu.  Çevremdeki tepkiler de aşağı yukarı Bahaddin’e gösterilen tepki gibi oluyor, o da ayrı mesele.

Kendinizden bir şeyler buldukça daha çok sahiplenirsiniz okuduğunuz kitabı. Harmancı’nın öykülerinde beni yakalayan bir ayrıntı var ki şehirler farklı olsa da hisler hiç değişmiyor. “Şeker Mahallesi” Harmancı’nın birçok öyküsünün ortak mekânı. Kayısı Ağacı öyküsünde geçen şu ifade beni alıp çocukluk, ilk gençlik yıllarıma götürdü. “Ev, şeker fabrikasının ana giriş kapısına bakıyordu.” Yirmi beş yıl Adapazarı Şeker Fabrikası giriş kapısını izleyip duran bir ruh halimle hemen alıp sahiplendim bu cümleyi. Oturduğumuz mahallenin adı da Şeker Mahallesi idi. Camimiz Şeker Cami, evimize en yakın okul Şeker İlkokulu.

Bir de Gecenin Sesleri öyküsü de aynı duyguları yaşamama sebep oldu. Harmancı, bir felakete hazırlanan bu öyküsünü adeta akışına bırakmıştı. Hiç büyük harf kullanmadan, bütün kurallar azade olarak adım adım saat 03.02’ye götürüyor bizleri. Kırk beş saniyede biten, yıkılan her şey. Adı Gölcük depremi ama yıkılan şehirlerin, hayatların sınırı yok. Bu depremden sonra şeker fabrikası da kendine gelemedi uzun yıllar, Şeker Mahallesi de eski mahalle değildi. Gecenin Sesleri öyküsü de deprem ile sona eriyor. Bir kedi... Seyhan ve Gülten…

Öykümüzde, şiirimizde, masalımızda, sazımızda, sözümüzde yaşanılan günlere dair izlerin olması tarihe düşülen bir not olması anlamında oldukça önemli bir ayrıntı. Kırmızı Balon, mülteci sorunlarını anlatan bir öykü. Halkın bakış açısı, sık sık duyduğumuz şikâyetler de yer alıyor Kırmızı Balon’da. Hem de kendi yurtsuzluğundan bîhaber olanların yaşadığı eğreti bir hayatın tam da ortasında. “Şehrin içine ettiler.”, “Bunları bana bıraksalar haklarını avuçlarına verirdim ammaaa…”, “Çekip gitmeyecekler mi arkadaş bu çapulcular buradan!” gibi sözleri o kadar çok duyduk ki… Şimdi birden bire ortaya çıkan kırmızı balon ve değişen yüzler…

Baltan Taşa Değecek, sizi içine çağıran öykülerden oluşan bir kitap. Hayatın nefes alıp verdiğini duyacaksınız satır aralarında. Kurgunun karanlık dünyasına değil hayatın canlı yüzüne çağırıyor Harmancı okurları. Her zaman yaptığı gibi. Ve içinizde dizginlenemez bir Kâbe’ye kavuşma arzusu…

Baltan Taşa Değecek –Abdullah Harmancı – Muhit Kitap


 📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑 




KİRALIK OTURDUĞUMUZ EV

Mustafa UÇURUM

Kiralık Oturduğumuz Ev, Aykağan Yüce’nin ikinci kitabı. Edebî mesaisini şiire ayırıyor Yüce. Birinci kitabı da şiirdi. Yediiklim dergisindeki şiirlerine aşina olduğum bir şair olan Yüce, çok sık olmasa da başka dergilerde de görünüyor ama sabit adresi Yediiklim.

Çıra Edebiyat’tan çıkan kitapta iki bölüm ve otuz şiir var. Belgesel ve Nostalji olarak iki bölüme ayrılmış kitap.  

Aykağan Yüce’nin rahat bir söyleyiş tarzı var. Dize hakimiyetini kurmuş bir şair olduğunu özellikle uzun dizelerde hemen hissettiriyor. Uzun dizelerde ritmi ve akışı sağlamak önemlidir. Dizeyi okurken sözcüklerin akışını hissettirmeli şair.

“yer sallandığında başımıza gelecek şeyin provası yapılmış”

“Yaşadığın zamanda tersine çevirecek ellerini kaldırınca”

“Bir sevinç nasıl hüzne dönüşür kısmet dediğimiz anda”

Yüce’nin şiirinin bir kompozisyonu var. Şiirin akışını canlı tutan bir olay örgüsü şiirin arkasında ilerliyor. Yüce bunu yaparken yer yer didaktik göndermeler yaparak şiirinin bir meselesi olduğunu da göstermiş oluyor. Şiirdeki kurgu, özgünlüğü de beraberinde getiriyor. Şair, kendi sesini şiire yansıtmak için günlük dilin imkânlarını kullanarak kendi şiirini kuruyor.

“Kıyameti yakındır insanlığın
Ey çöplüğünden ayrılmayan kuşlar”

Eskimiş halimizi yansıtıyor bir zamanlar
Çekildiğimiz o kartpostala benzeyen aile
Rakamlar yalan söylemez
İnsana büyük geliyor söylemesi”

Aykağan Yüce’nin şiirinde dikkatimi çeken bir imgeye değinmek istiyorum. Birçok şiirin ana temasında, bazı şiirlerinde içinde hakim bir konumda “yemek” kavramı fiil ve isim olarak yer alıyor. Göndermeler farklı yerlere olsa da yemek ve bunun türevleri oldukça yer tutuyor kitapta. Yemek, diyet, sofra, yer sofrası, annenin hazırladığı kompostolar… Bu bilinçli bir tercih midir yoksa tesadüf mü bilmiyorum ama şair tarafından bu imge şiirlere sıkı bir şekilde sindirilmiş olarak yer buluyor kendine.

“Körpe bir yavrunun annesini beklediği zamanda
Yemek yediği umulur”

“Hazır sofra da kurulmuşken gelen misafir
Kısmetiyle gelir pekâlâ nasıl gider gerisin geri”

“Soframızda çeşit çeşit sunular yapıyor evin kadını beyine”

“Besliyoruz her gün sektirmeden bedenimizi
Sonra incelmek için kaç kere söz veriyoruz kendimize”

“Sıfır beden ve eski görüntümüzden eser yok
Mide kelepçesi, suçlu kesin evin içinde”

“Hep yersen olmaz gibi geliyor bana, bedenim
Kiralık oturduğu evde”

Aykağan Yüce’nin zamana hükmeden ve vakti hesaba çeken bir şiiri var. Bunu bir belgesel tadında ve nostalji havasında sunuyor. Sözün şiirle buluştuğu noktada samimiyet denen içtenlik kuruluyor dizelere. Anne ve bir evin sıcaklığı ile yerli şiirler yazıyor Yüce. Şairin şiirini ayakta tutan da bu güç.

Kiralık Oturduğumuz Ev – Aykağan Yüce – Çıra Edebiyat


 📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑



FERHAT NOTLARI

Mustafa UÇURUM

Öğretmen bir öykücünün serencâmı olarak okudum Ömer Çelik’in ikinci öykü kitabı Ferhat Notları’nı. Hem öğretmen hem de öykücü olmak insana anlatılacak uçsuz bucaksız mecralar sunabiliyor. Kendimden biliyorum. Ömer Çelik’in öykülerinde de öğrencilik yıllarından mesleğe geçiş dönemine kadar süregelen bir çizgiyi net bir şekilde görebiliyoruz. Anlatılan kendi hayatı olmasa da Çelik; vakıf olduğu alanlara ayrıntılı olarak nüfuz ederek mesleğinin ve sanatının ince detaylarını öykülerine taşımış.

Sineklerin Tanrısı’nı okurken birçok öğretmen kendinden bir şeyler bulacak. Makam, koltuğun tarif edilemez ağırlığı, ezici olmanın silik yüzü ve daha fazlası. Çelik tüm bunları verirken olay örgüsünü merkeze alıyor ama ironiyi, kurguyu da ihmal etmiyor. Anlatımı zenginleştirme konusunda tüm imkânları seferber ediyor. Aslında basit gibi görünen bir olayı oldukça da uzun öykülerle okunur metinler haline getiriyor.

Sineklerin Tanrısı’nda öğretmen kimliğinin yansımalarını öyküsüne aktarırken; Meclisten Dışarı öyküsünde öykücü kimliği ile karşımızda. Derin göndermeler ve ince bir ironi ile bir öykücünün “duayen” karşısındaki tutumu, şaşkınlığı, kırgınlığı öyküyü sürüklüyor.

Öykülenmeyi gerektiren bir olayı öyküye taşımak çok da zor olmasa gerek. Önemli olan; sıradan görünen ve birçoğunun görmezden geldiği bir olayı öykü kumaşıyla sanata çevirmektir. Ömer Çelik’in anlatımında bu hassas denge dikkat çekiyor. “Gâvur İcadı” öyküsünü bu çerçevede değerlendirebiliriz. Bir annenin kullandığı “gâvur icadı” sözünden hareketle kuruyor öyküyü Çelik.

Kitaba adını veren Ferhat Notları da aynı şekilde kurgulanan bir öykü. Öykünün adından başlayan bir cazibe sizi hemen öyküye çağırıyor. Üniversitede elden ele dolaşan ders notlarının bir öyküsü bu. Çelik, bu olaya gizem de katarak sonu merak edilen bir öyküye dönüştürüyor.

Merak unsuru oldukça canlı Ömer Çelik’in öykülerinde. Son cümleye kadar okuyucuyu öyküde tutacak bir muamma, öykünün nihayete ermesi ile açıklığa kavuşuyor. “Hırsız Var” öyküsünü de bu bağlamda değerlendirebiliriz. Hırsızın kim olduğunu ancak öykünün sonunda öğreniyoruz. Bu zaten olması gerekendir elbette olay metinlerinde ama önemli olan hırsızın ne ya da kim olduğudur asıl mesele.

On beş öykü var kitapta. Öyküler önce dergilerde ulaşmıştı okuyucuya. Dergilerle ilerleyen bir yazarlık serüveninin olması kişiyi besleyen önemli bir süreçtir. Bunu Ömer Çelik’te açıkça görüyoruz.

Ben öyküleri okurken Ömer Çelik’in Sakarya Üniversitesi mezunu olması sebebiyle -bir yanım Sakaryalı ne de olsa- öykü kahramanlarını Çark Caddesi’nde, Atatürk Bulvarı’nda, Orhan Cami’nin avlusunda, Serdivan’da hayal ederek okudum. Buraların izlerini öykülerde aradığımı da itiraf edeyim.

Kitapta en beğendiğim öykülerden biri; “Karakteristik Özellik.” Belki de anlatılan olaya benzer bir yaşanmışlığımız olduğundan mıdır bilmiyorum; bu öykünün kurgusu günümüz edebiyat ortamına da yakışan bir anlatımdı. Neler neler gördü bu gözler şu edebiyat aleminde diyerek okunmalı bu öykü.

Ferhat Notları, günümüz öyküsü adına umutla okuyacağımız bir kitap. Kurgunun, ironinin, yer yer postmodernizmin imkânlarının yerli yerinde kullanıldığı böyle bir kitabı edebiyat dünyamıza kazandırdığı için Ömer Çelik’i kutluyorum. Ondan yeni öyküler okumaya devam edeceğiz. Ferhat Notları bunu en güzel ispatı.

Ferhat Notları- Ömer Çelik – Ketebe Yayınları

 

📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑 




KIZILIRMAK ÇOCUKLARI

Mustafa UÇURUM

Yanı başında akan bir ırmak olacak. Seni serinleten, içine denizlerin serinliğini bırakan, akışıyla ruhunu yenileyen bir ırmak olacak hemen yakınında. Her fırsatta soluğu orada alacaksın. Irmak akacak denize doğru, sen içinde mavi düşler olan türküler söyleyeceksin.

Kurduğun mavi düşlerin kaynağı bazen yeşil olur bazen kızıl. Irmak akar, bir çocukluk eşlik eder tüm hayallere.

Şule Köklü, kendi toprağının rengiyle boyanan yazarlardan. Bülbülün on türküsü varmış onu da gül üzerine. Köklü’nün türküsü de hep Sivas üzerine. Bu türkü öyle içli, öyle gerçek ve yakıcı ki içimiz dışımız samimiyet denen huzuru yaşıyor onun yazdıklarını okurken. Tıpkı toprakları gibi…

Baltar romanını okuyunca da görmüştüm anlatımındaki içtenliğini. Türk edebiyatının en iyi hayvan konulu romanı olabilecek bir eser olan Baltar, Kangal köpeğinin hikâyesini anlatıyordu. Mücadele, sadakat, azim ve daha birçok duygu iç içe verilmişti romanda.

Kızılırmak Çocukları, Şule Köklü’nün çocuklar için kaleme aldığı romanı. Yine Kızılırmak kıyısındayız. Etrafımız çocuklarla çevrili. Anadolu gibi tertemiz çocuklar. Dostluk, kardeşlik diyerek birbirine sımsıkı sarılan çocuklar var karşımızda. Kütüphanecinin kızı anlatıcı kahraman olarak yer alıyor kitapta. Diyaloglar o kadar içten ki kütüphanede olup bitenleri günlük hayatla bağdaştırabiliyoruz. Amir, memur ilişkilerini ironik göndermelerle veriyor Köklü.

Çocukların kurduğu bir kabile ve bunun etrafında gelişen olayların safiyane anlatımı var romanda. Çete değil, kabile. Gönül birlikteliği. Dostluk, kardeşlik, hatta kan kardeşliği. Kötülüklerden arınarak iyilik için bir araya gelmek. Daha da güzeli; çiçekler içinde doğanın sesini ve rengini hissetmek için girişilen çocukça bir mücadele.

Ve Cemile’nin duaları. Bazılarının deli dediği ama ağzından dualar eksik olmayın bir güzel yürek; Cemile. Kahramanımız onun duaları ile huzur buluyor. Dua varsa belalar savuşur. Cemile’nin evine çiçekli bir yoldan ulaşılıyor. Yolun sonu; dualar.

Kabileye dahil olmanın şartı; dürüst olmak. Bunu da çok güzel bir örnekle veriyor Şule Köklü. Tabi ki yine çocuk kalbinin inceliği ile. Sabri romanda hassas bir noktada duruyor. Olması gerekeni yaşayarak gösteriyor Sabri.

Şule Köklü kendi duygularını eserlerine yansıtma noktasında oldukça açık ve rahat. Doğaya hayranlığını ve sevgisini romanı okurken hemen hissediyoruz. Çiçekler, bitkiler, insana ferahlık veren bir huzur hiç bırakmıyor yakamızı. Yemlikler, çat pat otları, rengarenk çiçekler…

Güzel bir hedef için kabile kuran bir avuç çocuğun maceralarını anlatıyor Kızılırmak Çocukları. Fantastik ögeler falan yok romanda. Tastamam yürekleriyle yaşayan ve bereketini Kızılırmak’tan alan çocukların heyecanına ortak oluyoruz. Bir dağın gölgesi, ırmak serinliği, Cemile’nin duaları...

“Çil çil yavruların olsun, iki cihanda yüzün gülsün”…

Kızılırmak Çocukları – Şule Köklü – Şule Yayınları

📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑


Taş ve Öfke

Ahmet Şevki Şakalar

Ahmet Şevki Şakalar ismi ile tanışıklığım çok eskilere dayanır. Polemik dergisini çıkardığım yıllarda Tokat’a içindeki tüm muhabbeti de koyarak yazılar gönderirdi Şakalar. Tanışıklığımız gıyabi ama muhabbetimiz gönüldenmiş ki hâlâ ondan cümleler okuduğumda 1999 yılının Polemikli günlerini hatırlarım.

Taş ve Öfke kitabını ve diğer kitaplarını okudum Şakalar’ın. Fakat şunu fark ettim ki Taş ve Öfke’deki yazılar tam benim gönlüme dokunan yazılar. Sesi yüksek, sert, muhalif bir duruş, ümmetin sesine kulak veren ve öfkesi sonsuz bir üslup var Taş ve Öfke’de.

Öfkesi olmalı insanın. Dünyanın akıp giden düzenine karşı seyirci olmak gün gelir ruhunu daraltır idrak sahibi yüreklerin. Gün gelir, bir dönüş başlar içimize doğru. Çünkü asıl cenk orda başlar.

“Atları bağlayın, içimize dönüyoruz!
İçimizde biriktirdiğimiz kardeşlik şarkılarını ertelemeden balıklarla oynaşacak çocuklar doğuruyoruz mümbit ovalarda.
Filistin’de doğan her çocuğun uygar dünyanın hesaplarına bir şamar; Dera’nın duvarlarına yazılan bir özgürlük cümlesinin küresel fillerin uykularını kaçıran bir uğultudur biliyoruz.” (s.10)

Bu şevk, heyecan ve duyarlılıkla başlıyor kitap. Aynı çizgide ve hassasiyette devam ediyor.

Tarafını her cümlesi ile açıkça belirtiyor Şakalar. Taraf olmayanın bertaraf olacağı vurgusunu hissediyoruz cümlelerinde.

“Kitapçısının girişinde şeyhlerinin ve hoca efendilerinin eserlerinin, kişisel gelişim furyalarının ve çok sat(tırıl)anlar raflarının ilk girişine konulmalarına, insanın mazotu olduğuna inandıkları çay gibi yığılmalarına tahammül edemeyecek kadar…” (s.25)

Coğrafyasının sınırları olmayan yazarlardan Ahmet Şevki Şakalar. Ümmetin kalbinin attığı her yeri kendi toprağı bilecek kadar geniş yürekli. Afrika’nın siyah ağıtı da var onun cümlelerinde Bosna’nın beyaz hüznü de yaşadığı şehrin yalnızlığı da. Bütün sınırları ortadan kaldırarak okuyorsunuz her yazıyı.

“Somali’de açlıktan ölecek çocuğu kurtarmak, doyurmak yerine fotoğraf karesinde yüzyıllarca öldürürsünüz, en güzel öldürme ödülleri toplayarak.” (52)

“Ortadoğu’nun çocukları ağladıkça, Afrika’nın incelmiş bedenleri ölümü bekledikçe New York’un semirtilmiş bebelerinin mamaları tuzsuzdur, Milano’nun atlas kumaşları delik deşiktir; Parisli kızın topuklu parlak ayakkabıları hep çamurlu kalacaktır.” (s.54)

Taş ve Öfke, mümin duyarlılığı ile kaleme alınmış denemelerden bir demet sunuyor bize. Ahmet Şevki Şakalar, hassasiyetleri diri tutarak sözünü söylüyor. Elinde taş olanın öfkesine de içten selamlar gönderiyor, tertemiz bir yürekle, Anadolu gibi.

Taş ve Öfke – Ahmet Şevki Şakalar- KDY

📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑



Şakir Kurtulmuş Edebiyatın İzinde

Mustafa Uçurum

Edebiyat yapmak vardır bir de edebiyatı yaşamak… Dopdolu ve her anını kitaplarla, yazarlarla, edebî sohbetlerle geçirmenin tarifsiz bir mutluluğu olduğu doğrudur. Bunu ancak yaşayan bilir.

Şakir Kurtulmuş, açtığı edebiyat penceresinden gönlüne güzellikler dolduran bir gönül insanı. Şiir yazıp şairane yaşıyor. Dostluğun şiirini, denemesini yazdığı kadar dostlarının gönüne dokunmayı da ihmal etmiyor. Edebiyatın izinde, güzellikler biriktiriyor.

Her şey geçer gider de geriye dostlarımız kalır. En büyük sermayedir dostluk. Hem de tükenmeyen ve sürekli artan…

Edebiyatın İzi kitabını okurken Kurtulmuş’un, yolumuza çıkan güzel insanlara içten selamlar gönderiyoruz. Kimler çıkıyor karşımıza; Mehmet Bıyıklı, Osman Sarı, M. Akif İnan, Ramazan Dikmen, Mustafa Özçelik, Hasan Aycın, Nurettin Durman.. Sadece bu kadarla kalmıyoruz; edebî mekânlar da var içine dostluğun ve muhabbetin yerleştiği. Bir de Yediiklim dergisi.

Şakir Kurtulmuş, kendinde iz bırakan dostları ve mekânları yazmış. İz bırakarak yaşamak bu olsa gerek. Sıradan değil, olsun diye değil; yürekten yaşamak. Bunu kitaptaki her cümleden anlayabiliyoruz.

“Başından beri çizgileriyle konuşan Hasan Aycın’ın önemli meselesi insandır. İnsanın hallerini anlatırken, imgelere yaslanarak iyilik ve güzellikleri öne çıkarma amacındadır.” (s.57)

“Cuma günleri Beylerbeyi sahilindeki Beylerbeyi Hamid-i Evvel Camii’ne gider, burada eski arkadaşlarıyla bir araya gelir. Bereketli bayram günleridir cuma günleri.” (s.62)

Mekânlar önemlidir. Özellikle mektep görevi olan ve insanın kişisel gelişimine katkı ağlayan mekânlar bir yapıtaşı gibidir. Hayatın bir döneminde uğrak yeri olan yerler yıllar sonra bakılır ki bir okul gibi işlev görmüş. Şakir Kurtulmuş bu mekânları da anlatıyor. Küllük Kıraathanesi, MTTB, Birlik Vakfı, Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, Kubbealtı, Fetih Cemiyeti, Gazve Kitapevi, Abbare Kahve, dergiler ve daha nice uğrak yerleri…

Edebiyatın İzi, bir yol haritası gibi. İşaretleri takip ederek gidilecek yer ancak güzel bir huzur iklimi olur. Şakir Kurtulmuş bunun yolunu gösteriyor kitapta. Yeter ki dopdolu yaşamayı isteyelim.

Edebiyatın İzi - Şakir Kurtulmuş – Çıra Edebiyat 

📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑

Mahrem-i Esrar

Mustafa Uçurum

Mahrem-i Esrar, “Bir Kâzım Karabekir Romanı” olarak okuyucuya ulaşan Yusuf Eren’e ait bir kitap.

Tür olarak bir roman ile karşı karşıyayız ama kitabın sonunda yer alan “Kaynakça” oldukça kabarık. Yani Eren, romanını kaynaklar ışığında kaleme almış. Bu, bir tarih romanı için oldukça önemli bir ayrıntı. Çünkü ele alınan konu ve kişiler gerçek hayattan olduğu için kurgu yerine kaynakların ağır basması olayların inandırıcılık değerini de yükseltiyor.

Yusuf Eren, son yıllarda özellikle dizilerde karşımıza çıkan “uyarlama” denen yanıltıcı yöne sapmadan hakikatin arkasına düşüyor. Konu Kâzım Karabekir olunca buna daha çok ihtiyacımız olduğu muhakkak. Çünkü Karabekir Paşa, üzerinde gereksiz soru işaretleri olan bir kahramandır ve bunu ancak doğru kaynaklardan öğrenebiliriz. Mahrem-i Esrar bu bağlamda özenle hazırlanmış bir eser.

Günümüzden geçmişe doğru bir seyahat var roman boyunca. Fransa’dan başlayıp Ankara’da devam eden bir arayış hikâyesinin biz de ardına düşüyoruz. Türklerin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra verdiği mücadele” gibi hassas bir konudaki ödevi alan Türk öğrencinin kendi tarihine ve kimliğine doğru çıktığı yolculuğa eşlik ediyoruz. Roman daha sonra Kazım Karabekir üzerine yoğunlaşarak bir şahsiyet üzerinden tarih okumasına dönüşüyor. İclal, aslında öğrenirken öğretiyor bize birçok karanlık noktayı.

Romandaki kilit noktalarından biri de İclal’in Fransa’daki hocası Eva. Onun varlığı derin bir anlam olarak yer buluyor kendine romanda.

14 günlük bir Ankara seyahatine şahitlik ediyoruz. Bir tarihin sayfalarını çeviriyoruz hep birlikte. Sayfalar arasında ilerledikçe de sis bulutu ortadan kalkıyor. Yusuf Eren’in kaynaklar eşliğinde romanını yazmasının faydasını da bu noktada daha iyi anlıyoruz.

Özellikle Kâzım Karabekir ile ilgili çalışmalara ilgisi olanların mutlaka okuması gereken bir roman Mahrem-i Esrar. Hassas dengeler gözetilerek ve tarihin gerçek yüzü incitilmeden ortaya konan bu eser yakın tarih okumaları yapanlar için de kaynaklık edecek bir roman. Yusuf Eren’in akıcı üslubu da romana bir zenginlik katmış. Merak unsuru romanın sonuna kadar canlı tutulmuş.

Mahrem-i Esrar’ın gizemi okuyucularını bekliyor.

Mahrem-i Esrar – Yusuf Eren – Çınaraltı Yayınları 

📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑📑


UYKUSUZ MEYVELER

Mustafa UÇURUM

Uçsuz bucaksız bir bahçedeyiz. Masal ülkesinin en sessiz köşesi. Adım attıkça renkler, kokular, lezzetler ardı ardına geliyor. Yaşananlar olsa olsa bir masaldır ve biz fantastik bir dünyanın içinde Uykusuz Meyveler’i topluyoruz büyük bir keyifle.

Okumaktan mutluluk duyduğunuz yazarlar vardır. Kendi öykü dünyalarına sizi öyle içten cümlelerle davet ederler ki okuduğunuz her öykü yeni bir dünyanın kapısını açar size. Hümeyra Yabar’ın Hayvan Geçidi kitabını okumuştum ilkin. Hayvanların dünyalarında ve onların kalp atışlarını hissederek bir geçitte bulmuştum kendimi.

Şimdi Uykusuz Meyveler ile baş başayım. Bu kitap Hayvan Geçidi’nden önce çıkmış ama bazen gecikerek de olsa güzellikler gelip sizi buluyor. Hümeyra Yabar’ın masalsı anlatımı öykülere öylesine ustaca sindirilmiş ki kendinizi anlatımın tam içinde buluyorsunuz. Büyük bir bahçe, hem de çeşit çeşit meyvelerle dolu. Dile gelen, derdini anlatan, derman olan, ferman yazan meyveler.

Bugüne kadar zihninize yerleşen tüm algılar bu öyküler ile değişmeye başlıyor. Dut diyoruz, aklımıza gelen dut ağacı ama Yabar’ın anlatımında “Bülbülün Yemediği Dut” damağımıza eşsiz bir tat bırakıyor. Yabar, bazen dışarıdan izliyor meyveleri, bazen onlara yarenlik ediyor. Bir de bakıyorsunuz dile geliyor meyveler.

Kirazın Uykusu’nda “akis, uyku, katman, rüya, kâbus, sanrı bellek” gibi yol işaretleri veriyor Yabar. Biz, kirazın uykusunun ardına düşüyoruz. Uyku sürdükçe devam ediyor masal. Tüm öykülerde meyvenin hâl ü pür melâline uygun yol işaretleri ile karşılaşıyoruz.

Nar çıkıyor karşımıza. Halden hale giriyor. Dağıldıkça taneleri kadar uzuyor masal.

“Nar! Keşke geçtiğimiz Hıdırellez kapımın eşiğine vurup seni parçalasaydım.”

Kelimelerin çağrışımlarını, anlam zenginliklerini çok iyi kullanıyor Hümeyra Yabar. “İncir Çekirdeğinden Büyük”, “Şeftalinin Hafızasındaki Leke”, Hindistan Cevizi İstilası” gibi kullanımlar daha öykünün isminden başlayan bir cazibe ile sizi öyküye davet ediyor.

Uykusuz Meyveleri severek okudum. Farklı bir öykü dünyasının kapısını aralamak isteyenler için bu bahçe hepinizi bekliyor.

Uykusuz Meyveler – Hümeyra Yabar- Şule Yayınları- 2016





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

BEKİR ABİ DERGİSİ MART 2021