ŞİİRDEN ŞAİRDEN


ZARİFOĞLU ŞİİRİNİ NASIL OKUMALI?

Mustafa UÇURUM 

Yazılması kadar okunması da bir ustalık isteyen şiir; karşısında her zaman donanımlı bir okuyucu ister. Özellikle iç evreni gizem yüklü bir şairin şiiri; donanımın yanında, sahih bir kalbin varlığını da arzular.

İşte bu noktada; Cahit Zarifoğlu şiirini okumak ve şiirlerin dünyasına girebilmek için iyi kuşanılmış bir alt yapı gerekir. Bu alt yapı; imge gücü, Zarifoğlu’nun düşünce dünyası ve mümin bir bakışla anlam kazanır. Çünkü Zarifoğlu şiirinde; ilk okunuşta akla nüfuz eden anlam karmaşası, derine inilmezse göz ardı edilebilecek bir ince noktada gizlidir.

Bilinçaltı, insanın ifade edemediği ve vurgulayamadığı sırlarla yüklüdür. Teşhis etmek ya da yeni adlandırmalarla bilinci açığa vermek; özellikle şiirde bilinçaltını sergilemek yüreklilik istediğinden, bunu yapabilen şairlere yürekli şair demek abartı olmayacaktır. Ve Zarifoğlu yürekli bir şairdir.

Bir rüya halinin ya da uykuyla uyanıklık arasında geçen zaman diliminin tayini zordur. Muhayyilesi açık olan bir kalp, bakış açısını bazen elinde olmadan sınırsız tutabilir. Bu eylemin amacı, şaşırtmak değildir aslında. Fakat ortaya çıkan eser; sınırları belli olmayan bir dünyanın ürünüdür. Bu sebepten, “değişik- yeni” olarak adlandırılan sıra dışılıkların az rağbet görmesi de normaldir.

Cahit Zarifoğlu şiiri, görücüye çıktığı ilk günden itibaren, okuyucuyu tarifsiz bir aleme sürüklemiştir. Garip akımından, Necip Fazıl’dan sonra özellikle Zarifoğlu’nun yaşadığı çevre için şiirleri, “farklıydı.” Bu sürükleniş ve farklılıktan etkilenen yalnızca okuyucu değildir. Zarifoğlu’nun en yakınında bulunanlar bile şiirleri karşısında hayretlerini gizleyememişlerdir. Günlük yaşantıda son derece açık ve mülayim bir kişiliği olan şairin şiirlerinin olabildiğince gizemli ve kapalı olması, onun iç evrenini açığa vurmadığının bir göstergesidir.

Zarifoğlu şiiriyle birlikte en fazla anılan kavram “kapalılıktır.” Onun şiirlerinin yorumlandığı çoğu yazıda, bu kapalılık üzerine çok söz söylenmiştir. Belki de bu yüzden, onu ikinci yeni şairlerinin arasında saymaları gecikmemiştir. Şiirlerinde son derece derin imgeler barındırması, kendine has benzetmeler kullanması, şairin kendisinde aranacak inceliklerdendir. Çünkü Rasim Özdenören’in ifadesine göre Zarifoğlu “pek okumayan” bir kişi olduğuna göre, onun şiirindeki farklılığı etkilenmelere, çağrışımlara bağlamak doğru olmayacaktır.

Şiiri kapalıdır ama bu kapalılık içine girdikçe çözülen bir büyüyle ilgilidir. Sıradan ve başıboş bir okuyuş, elbette Zarifoğlu şiirini anlamaya yetmez. İlk şiiri olan, “Hızla Akan Mızrak”la başlayan içe doğru yoğunlaşma, nerdeyse bütün şiirlerin üstündeki sır perdesidir. Şiirlerde iç içe geçmiş bir hareketlenme söz konusudur. Şiirlerin birinci hareketi, her okura seslenen yanıdır ve bu işin kolaycı önüdür. İlk okuyuşta anlaşılan, yumuşak söyleyişlerdir bunlar. Bir de şiirlere serpiştirilmiş gibi duran, gizli yönler vardır ki, işte bunlar idmanlı oyucuya göredir. Zarifoğlu şiiri, hazırlıklı okuyucuya hitap eden bir şiirdir. İmgeden, bilinçaltından ve hayra yorulacak rüyalardan haberdar olmalıdır  okuyucu. Eğer okuyucu bunlardan bîhaberse, yapılan okumamalar, göz idmanının ötesine gidemeyecektir. Çünkü; “kızlar göğüslerini / baharın ağacına / ilk açan çiçeğine / dayadılar” gibi yüzlerce dizeyi anlamak için bütün bunlar gereklidir, bir de salih bir kalp. 

Zarifoğlu, Necip Fazıl’a hayran bir kişidir. Özellikle Necip Fazıl’ın sanatçı kişiliğine karşı aşırı bir tutkunluğundan söz edilir. Sezai Karakoç’un şiirine de ilgisi yoğundur. Rilke üzerine de bir mezuniyet tezi hazırlamıştır. Fakat bütün bunların sonucunda, şairin etkilenme alanını tespit etmek zordur. Necip Fazıl’dan, Karakoç’tan ya da Rilke’den şiirlerine dair iz bulmak güçtür. Çünkü onun şiiri kendisiyle başlamış bir kaynak gibidir. Bunun farkına varan yaşadığı dönemin bazı solcu ve ateist şairleri bile gerçeği gizlememişler ve dergilerinde açık ifadelerle Zarifoğlu şiirini övmüşlerdir. Özellikle solcu şairler onu kabullenmişler, 2.yeni şairleri arasında adını telaffuz etmekte tereddüt göstermemişlerdir. Elbette, yalnızca imge yoğunluğu, kapalılık ve soyut genellemeler, zarifoğlu şiirini açıklamaya yetmeyecektir. Onun şiirinin en önemli yönlerinden biri de metafizik çağrışımlardır. Ölüm, ölüm karşısında irkilme ve ben’i sorgulama her yeni şiirde kendini biraz daha hissettirmiş ve “boynuma bir at / kölen diye yollarda gezdir beni.” diyebilecek dereceye getirmiştir şairi. Şairdeki bu değişimi doğru izleyebilmek için, yer yer tasavvuf ağırlıklı bir okumaya bile ihtiyaç vardır. 

Zarifoğlu şiirindeki bu denli değişimin sebebi şairin yaşantısında da aranabilir. Şair, şiiri hakkındaki fikrini söylerken: “ Tepeleme bir şair gibi yaşarım. Ama şiir hayatımda hiç yer almaz. Şiir yazdığımdan habersiz çok samimi arkadaşlarım vardır.” ifadelerini kullanır. Yani şiirin bir teorisyeni değil, bizzat şairidir. Uzun şiirler yazması, kısa şiirler yazması, kendine has imgeler kullanması, şairin yaşantısını şiirden uzak tutmasında aranabilir. Çünkü kendisinin değişken bir ruh haline sahip olduğunu ve durağanlıktan sıkıldığını yine kendi sözlerinden çıkarabiliriz.

Şiir okuyucusu için, diğer bir handikap da şiirin varoluşu ile ilgilidir. Bilinen şudur ki, şiirin ilk dizesi şairi en iyi ifade eden bölümdür. Hatta bazı şiirler, yalnızca ilk dizeden bile ibaret olabilir. Bu durum Zarifoğlu şiirinde tam tersidir. Zarifoğlu, şiiri en iyi bitiren şairlerden biridir. Şiirin asıl cevheri son da saklıdır. Yani Zarifoğlu şiirini okumak için sabretmek gerekir. Son cümleye kadar kendini tutabilen okuyucu, bahtiyarlığa eren okuyucudur. İşte Zarifoğlu şiirlerinden bazı son sözler: “ Oysa sergimize kuşlar gelir uzanır.”, “ mızrak geçer ışığı / geçer geceyi dolduran karanlığı da.”, “beni elleriyle alkışlayan/ ağrıyan bir gün geliyor.”, “ iz sürmek bundan gerek/ ok ize düşmüş kemiği deşmişti”, “her nasip için ayrı ayrı/ rahmet şekillenir”, “elimle kendi elimi tutuyorum/ yan yana gidiyormuşum gibi kendimle.”

Benzetmeler, sözcükler arasındaki çağrışımlar; bir şiir için aslolan ve bir şiirde aranan değişmezlerdendir. Zarifoğlu’nda, özellikle benzetmeler şairin kendine has ve başka bir şairde rastlanmayacak şekilde farklılık gösterir. Okuyucunun aklını kurcalayan kullanımlara, Zarifoğlu şiirinde sık sık  rastlamak mümkündür. Soyut benzetmelerin somutla birleşmesi sonucunda ortaya çıkan imgeler, şaire has kullanımlardır. “ bu geçen mızrak / kalın kararlı”, “bir ayıp giyotin”, “bir savaş bütün bunlarla doludur / ölüm beyin düzlerinde”, “uzun bacaklı leylek içimizde genç açar”, “Yasin okunan tütsü tüten çarşılardan /geçerdi babam/ başında yağmur halkaları”, “beni bu sabah iri anla”

Bir de Zarifoğlu’nun, sehl-i mümteni tadındaki şiirleri vardır ki bu şiirler, kolayı seven okuyucular için iyi bir tercihtir. “Zarif Çoban” şiiri hem şekil hem anlatım olarak Zarifoğlu şiirinde farklı bir yere sahiptir. Söyleyiş olarak halk şiirini andıran bir tarzda yazılmış bu şiir, şiirler arasında ayrıcalıklı bir yere sahiptir. “O güzeli bana verseler / Tombul kuzuların aşkına / Yaylalara atlas kilim serseler / Tombul kuzuların aşkına.”

Zarifoğlu şiiri her okuyucuda ayrı anlamlar doğuracak yapıda bir şiirdir. Zaten şiirin oluşumunda da yeni anlamların türetilmesi vardır. Bu olmadığı zaman, şiir de olmaz. Şair dolaylı anlatımı seçtiği için şiir yazar, çok anlamlı üretimi tercih ettiği için şairdir. Bu düşüncelerle özellikle Zarifoğlu şiiri okunacak olursa; bakar kör bir sıradanlıkla şiirlere kapalı ya da anlamsız denmeyecektir. Şiirin,şairin ve şiir okuyucusunun çıkış noktasında da bu bakış açısı olmalıdır. Özellikle okunan şair; “tepeleme bir şair” gibi yaşıyorsa, o zaman her şey okuyucunun elindedir. Ve Cahit Zarifoğlu şairdir, hem de önce müslüman sonra şair.         


                                                                              

 


ÇAĞRILMAYAN YAKUP’A BİR DAVET DENEMESİ

Mustafa UÇURUM

İkinci Yeni şiirine aşina değilseniz şiirin kapısını araladığınızda sizin neyi karşılayacağını bilemezsiniz. Zengin, ufku geniş, poetikası özgün, yaşantıları birbirinden farklı şairler ve bunun yansıması olan şiirler karşılar sizi. Postmodern bir dünyadan şiirler devşirirken, bir anda uçsuz bucaksız bir Anadolu tablosu ile karşılaşabilirsiniz. Epik bir ruhun dirilişi ile hemhal olurken bir anda mistik bir alacakaranlıkta bulabilirsiniz kendinizi. Oldukça zengin bir dünya olan İkinci Yeni, o günlerden bugünlere uzanan çizgide etkisini hiç kaybetmeden hükmünü sürdürüyorsa şiir kuramı üzerine yeni sözler söyleme gereği hissediyorsak farklı bir pencerenin bizleri sürekli izlediğinin bir kanıtıdır bu.

Şairler içinde bir şair olarak Edip Cansever, hem şiiriyle hem de şiire ayırdığı mesai ile İkinci Yeni içinde ve geniş anlamda edebiyatımızda iz bırakan bir şairdir. Onun şiirini okurken kendinizi sınırları belli olmayan bir dünyanın koynuna bırakmanız gerekir. Yaşadığı topraklara aşina, taşını toprağını bilen ve yaşayan bir şairdir Cansever. Onun her şiiri hakkında konuşmak, düşünmek gerekir. Özenle işlenmiş bir şiirdir onun dünyası.

Her dönem geçerliliği olan duyarlılıklara seslenen, şiirini sığ ideolojilerden arındırarak felsefi çıkmazlardan daha çok sosyolojik hassasiyetleri gözeterek şiirini inşa eden Edip Cansever, derdi olan bir şair kıvamında dizeler arasına sarsıcı eylemler kurmayı tercih eden bir şair. Bütün şiiri bir erdemler kılavuzu haline getirmek yerine, yer yer küçük dokunmalarla söyleyeceğini etkili birkaç imge ile söyleyip, şiirinin akışına devam eder Cansever.

Çağrılmayan Yakup, Edip Cansever’in 1966’da yayınlanan şiir kitabının adı. Dört uzun şiirden oluşuyor. Bir hikâyenin akışına kaptırırsanız kendinizi, içiniz dışınız bir seslenmeyle yankılanarak dolacak çok sesli bir şiir. Yalnızlık ve insanı boğan bir gürültü iç içe geçmiş bu şiirde. Hatta klâsik söylemiyle kalabalıklar arasında yalnız kalmış bir ruhun kendine bir ses aradığı şiir diyebiliriz.

“Biri olsun "Yakup!" diye seslenmedi hiç /  Yakup! / Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım” Bu dizeleri her okuduğumda aklıma Sait Faik’in Hişt… hişt hikâyesi gelir. Bir sese, çağrıya duyulan büyük özlem, her yerden beklenen bir seslenme arzusu ve sonunda sessizliğiyle baş başa kalan yalnız adam.  Yakup da şiirin tamamında bir sesin ama içten gelecek, ruha değecek bir sesin arzusunu hissediyor. Her yerden ses geliyor, hem de aynı ritmde, bir kurbağa korosunun ahenginde ama Yakup’un kalbine değen bir ses yok. O, hep Çağrılmayan Yakup.

Bu şiir, sorgulayıcı bir zihinle okunacak olursa toplumsal duyarsızlığın, düşünmeyen ve başkalarından duyduklarıyla aynı nakaratı bir ömür tekrarlayarak direndiğini sanan içi boş güruhların eleştirildiği bir şiir diyebiliriz. Çünkü kurbağalar şiirde bir ağızdan, birbirlerini dinlemeden, düşünmeden, açgözlü bir iştiha ile kalabalık ve çok, sadece kendilerine seslenen bir topluluk olarak karşımıza çıkıyor.

Edip Cansever, ruhunun çalkantısının şiirini yazan bir şair. Hayatın akışı gibi yaşamış ve bunun şiirini yazmış. Yer Çekimli Karanfil şiirindeki lirik şair, karşımıza sosyal duyarlılıkları çok yüksek bir şair olarak da çıkabiliyor. Yaşadığı çağa ve ülkeye yabancı durmuyor. Mendilimde Kan Sesleri şiirinde gözlerimizin önüne bir Türkiye haritası çizerken nasıl hassassa, Uçurum şiirinde de aynı içsel ama lirik duruş karşılıyor bizi. “Kalbim, sersemliğim benim”

Çağrılmayan Yakup, sadece boş konuşan kekeme korosundan rahatsız değildir. “Masalarda oturmuşlardı. Ben oradan geliyorum /  Yazı makineleri, kâğıt sesleri/ Ben oradan geliyorum.” Masada oturmak ve yazmak. Yine kurbağaların haykırdığı ritimde yapmak bunları. Bu dizelerle edebiyat ve fikir dünyasına da ince göndermeler yapıyor Cansever.

“Mısra işlevini yitirdi; şiiri şiir yapan bir birim olarak yürürlükten kalktı.” dese de Edip Cansever, bazen tek dizenin alıp götürdüğü şiirlerin şairidir. Bütün bir şiiri okuduktan sonra içinizin bir yerlerinde çınlayıp duran bir dize sizin yakanızı bırakmayabilir. “benim olmayan bir sevinç duyuyorum”, “çok büyük bir oteldeyiz hepimiz”, “Askerim, benim ağzım kuşlardan.”, “ne gelir elimizden insan olmaktan başka”, “dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar”

Dizeler bu denli güçlüyken ve şiirin önüne geçecek kadar kabul görmüşken Çağrılmayan Yakup şiirinin adı da yayınlandığı dönemde dillere yerleşen ve hatta deyim gibi kullanılan bir rağbet görmüş. O dönemde çekilen filmlerde bile Çağrılmayan Yakup ifadesi sık sık umutsuz kalplerin adeta tesellisi olmuş.

İkinci Yeni şairleri arasında mistik çağrışımlar diyebileceğimiz bir yaklaşıma en cesur göndermeler yapan ve Dünyanın En Güzel Arabistanı’nı bizlere armağan eden Turgut Uyar dışında bu tarz bir göndermeyi şiirine yaklaştıran şair yok diyebiliriz. Hatta bu tarz bir yaklaşımdan özenle uzak durmuşlardır desem abartmış olmam. Çağrılmayan Yakup ismi, birçok çağrışıma açık bir söyleyişe sahip. Hatta şiiri bilmeyen birisi için bu isim bile anlatılacak birçok menkıbe için girizgâh olabilecek bir içselliğe sahip. Şiir okunurken de bu mistik hava Yakup’un yanına Yusuf’un da eklenmesi ile daha da pekişiyor gibi olsa da Edip Cansever hemen bu havayı dağıtıyor;  “Öyle bir Yakup ki bu, onca din kitaplarının sözünü bile etmediği/  Kimsenin sözünü bile etmediği bir Yakup”

Arasıra Yakup’la Yusuf karışsa da “  Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup/          Bazen karıştırıyorum.” şairin tavrı nettir; “Yosunlar, kumlar, şeytan minareleri / Ve kumlarda katılaşmış kıvrımlar / Bağırdım, bağırdım, bağırdım/ Tanrının ayak izleri!/ Tanrının ayak izleri!”

Çağrılmayan ama bir sese hasret yaşayan bahtsızlar olarak bu çağ çokça ayrılık bırakıyor kalbimize. Biz davet etmesini bilirsek en özgün sesimizle belki bir kapı aralanır ve Yakup görünür kapıdan. Birçok uyarıcının arasında bize en çok tesir eden sesi aramakla geçen ömrümüzde Edip Cansever’e çokça kulak vererek içimizin ıssızlığını biraz olsun dindirmeye çalışacağız. Umut gelip kapımızı çalana kadar; “Ve sabah bunları bir bir kendime anlatacağım/ Yakubun gene bir yokluğa doğru büyüyen içinde.

 



İKİ CAMİ ARASINDA TURGUT UYAR

 Mustafa UÇURUM

        İnternette bir paylaşım sitesine bir arkadaş not düşmüştü; “ Bu gece cuma gecesi. Turgut Uyar’dan Göğe Bakma Durağı’nı dönüp dönüp okuyalım arkadaşlar.” Elbette cevaplar da gecikmedi. “Biz eskiden böyle gecelerde Yasin, Tebareke okurduk. Bu da nerden çıktı şimdi…” Tabii ki karşılıklı atışmalar uzunca boylu sürdü, gitti.

            Bu diyaloglardan bana kalan, Turgut Uyar’ı mübarek sayılan bir gecede okutmaya iten sebeplerdi. Turgut Uyar şair olarak ikinci yeninin temel taşları arasındaki şairlerden biridir. Onun adını saymadan ikinci yeniden bahsetmek yarım başlanmış bir değerlendirmeden öteye geçemez. Turgut Uyar bütüncül şiirleriyle, bazen dile takılan bir mısrasıyla kişiye şiir okuduğunu hissettirecek bir şairdir. Onun şiirinde bazen bir hikâye karşılar sizi, bazen de sarhoş bir denizin dalgasına tutunursunuz.

            Mısra-i berceste şairidir Turgut Uyar. Bazen bir bakarsınız bir mısra her şeyi anlatmaya yeter. Alıp o mısrayı duvarlara, pankartlara, gökyüzüne yazmayı ister insan. Önüne gelene okumak ister. “Çünkü ben ey derim ve severim ey demeyi bilenleri.” “İkimiz birden sevebiliriz göğe bakalım.” “Kurutulmuş bir çiçektiniz sanki, göğünüzü getirdim.” Ve daha niceleri.

            Turgut Uyar’ın ikinci yeni şairleri arasında özel bir yeri vardır. Çünkü o, yaptığı derin okumaları kendi düşünce dünyasında yorumlayıp bir divan oluşturma cesaretini göstermiştir. Bu ikinci yeni adına bir cesarettir. Geleneği bilen, kendinden öncesini ancak okuyan ve onun etkilerinden kendini uzak tutan ikinci yeni şairlerinin arasında Turgut Uyar bir divan yazarak kendine ayrıcalıklı bir dünya oluşturmuştur. Elbette bütün ikinci yeni şairleri divan edebiyatını, halk edebiyatını okudukları halde bu edebiyatlara dair hiçbir etkiyi şiirlerine yaklaştırmamışlardır. Bu anlamda Turgut Uyar cesur bir şairdir. ( Belki burada Sezai Karakoç’u, ayrı bir yere koymak gerekir.)

            Turgut Uyar şiiri dendiğinde akla ilk gelen kitabı “Dünyanın En Güzel Arabistanı” dır. Bu kitap hem yazıldığı dönemde hem de günümüzde ilgiyi her zaman üzerine çekmiş, hatta kitabın isminden başlayan bir albeniyle Turgut Uyar ismi ile özdeşleşmiş bir eserdir. 50’li yıllarda böyle bir kitapla şiir dünyasına çıkıyor olmak ancak Turgut Uyar’a has bir tavır olabilirdi. O da üzerine düşeni yaparak okuyucuyu bilinenin aksine başka uzak bir Arabistan’a çağırmaktadır. Turgut Uyar’ın Arabistan’ı onu kutsal yapacak bir menzil değildir elbette. Onun bu kitabında her şeyle karşılaşmak mümkündür. Bir hikâyenin dünyasına girerken birden bir şiir yolunuzu keser, karanlık bir ormanda av sonrası buğulu bir erotizm şiire son noktayı koyabilir.

            Turgut Uyar’ı kutsal gecelere çağıran ses aslında Dünyanın En Güzel Arabistan’ı değildir. Divan’a bakacak olursak, bu kitabındaki şiirlerde de bizi ilk olarak adına yakışan bir karşılama bekler. Divan’a giriş; Münacat ve Naat iledir. Turgut Uyar, bir divan yazmış olmasındaki sebebi açıklarken kendisine yöneltilen eleştirileri de göz önüne alarak; kesinlikle eskiye özlem amaçlı bir çalışmanın içine girmediğini, yaptığının sadece söylemek istediklerinin ancak bu kalıplarla söylenmesinin yerinde olacağını dile getirmiştir. Turgut Uyar, görünen o ki divan yazarken şeklî bir bağlılıktan söz etmektedir. Bu bile başlı başına bir çıkıştır. Şiirlerdeki beyit düzeni, kafiye düzeni ikinci yeninin ruhuyla işlenecek bir düzen değildir. Şair burada dediğini doğrular bir nitelikte bir uğraş içine girerek divan edebiyatının nazım şekillerini kullanmayı tercih etmiştir.

            Aslında bütün bunlar bile Turgut Uyar’ın kutsal gecelerde okunması için bir sebep değildir. Çünkü şair şekil olarak divan edebiyatının nimetlerinden yararlanmış olsa da kendi ifadesiyle onun münacatı “halka münacattır.” Hatta Turgut Uyar kitabının adını da “Halk Divanı” koymak istemiş ama o dönemde halk sözcüğünün sömürülmesinden duyduğu tedirginlikle kitabın adın Divan olmuştur.  

Turgut Uyar şiirlerinde geleneği de kullanmıştır, insanları gizemli bir dünyaya da çağırmıştır hatta yeri geldikçe dini terminolojiyi de şiirlerine konuk etmiştir. Onun edebiyat dünyasında tanınmasını sağlayan Arz-ı Hal şiiridir. Şair bu şiiriyle bir yarışmaya katılmış, yarışmada ikinci olmuştur. Sonradan bu şiir üzerine dönemin önemli edebiyat adamları birçok yazı yazmış, hem şiir hem de şairi gündeme gelmeye başlamıştır.  Arz-ı hal şiiri “Ben de günahkâr kullarındanım Allah’ım” tekrarıyla devam eden heceli bir şiirdir. Günahkâr kullarından olduğunu sık sık tekrarlayan şair aslında bu şiirinde daha büyük günahlara adım atmaktadır, o da ayrı bir mesele.  

Turgut Uyar’ın sık yaptığı bir şeydir bu. Yirmili yaşlarına gelmeden yazdığı Arz-ı hal’den başlayan dini terminolojiyi hoyratça kullanma tavrı onun birçok şiirinde karşımıza çıkar.  Hatta kutsal bir gecede okunması tavsiye edilen Göğe Bakma Durağı şiiri de bu hoyratlıktan nasibini almıştır. İkinci yeni şairleri arasında pek de rastlanmayan bir tutumdur bu. Onlar şiirlerine, halkı, anlamsızlığı, erotizmi sık sık konuk etmişlerdir ama kutsala pek de yanaşmamışlardır.

Turgut Uyar’ı okumak gerek. Kelimelerin şiirde nasıl rahat bir şekilde kullanıldığına şahit olmak için, şiirin bir hikâyeye nasıl yaslandığını görmek için, Geyikli Geceyi kurtarmak için ve en çok da Türkiye için Turgut Uyar’ı okumak gerek. Bu okumanın kutsal gecelere bırakılmasına gerek de yok. O geceleri kendi hassas duruşlarında bırakarak ve “ey kim varsa orda o tek olanın adına çekin kürekleri” diyerek asılarak dizelere okumak gerek. 




CAHİT KÜLEBİ’NİN “AMERİKA” ŞİİRİ

Mustafa UÇURUM

 

            Önce Kristof Kolomb buldu Amerika’yı,

            Sonra biz.

            Umutlar azaldı, günden güne, mutluluklar

            Ve ekmeğimiz.

 

            Bir çocuk ağlarsa dağ başında

            Gözyaşında Amerika akar.

            Vurdularsa birini, kanı şorladıysa

            Bilin ki o kurşunlarda Amerika var.

 

            Kişi kişiye köle tutulduysa, asıldıysa

            Darağaçlarında Amerika var.

            Ama biz yine de direneceğiz

            Sonuncumuza kadar.  ( 1971)

 

            Zulümle payidar olmak kolay elde edilecek bir unvan değildir. Yüzyıllar süren bir zulüm çarkını işletmek gerek. Attığı adımda, aldığı nefeste, baktığı her yerde zulüm için çalışanlar ancak böylesi bir payeye ulaşabilirler. Amerika, var olduğundan bu yana zulmü kendine yoldaş edinmiş bir ülkedir. Artık öyle bir hal ortaya çıkmıştır ki dünyanın hangi köşesinde acı çeken bir millet varsa dolaylı yönden de olsa bu işte Amerika’nın parmağı vardır.

             Cahit Külebi; edebiyatımızda memleket şiirleriyle, milli mücadele şiirleriyle tanınan bir şairdir. Memleket sevgisini onun şiirlerinde yoğun bir anlatımla bulmak mümkündür. İçi bu derece memleket sevgisiyle dolu bu şairin pek de bilinmeyen Amerika şiiri incelenecek olursa ana tema olarak sonuç yine memleket sevgisine çıkmaktadır.

             Amerika’nın söylendiği gibi özgürlükler ülkesi olmadığı artık herkes tarafından malumdur. Bunu yüksek sesle söyleyemeyenler bile bu gerçeğin farkındadır. Amerika’nın özgürlükleri kısıtlayan bir yanı vardır. Amerika ile Türkiye ne zaman ki yakınlaştı; Umutlar azaldı, günden güne, mutluluklar / Ve ekmeğimiz.”  diyor Cahit Külebi Amerika şiirinde. Bir ülkenin Amerika’ya yakın durması gün gelir bağımlılık yapmaya başlar. Tâ ki sömürülecek bir şeyi kalmayana kadar. Adım atarken bile Amerikan vâri bir tavır takınan ülkenin mutluluğu azalmaya başlar. Yediği ekmeğinde bile Amerika’nın gözü vardır, lokmalarına bile Amerika’nın nefesi sinmiştir.  İstila olmuş bir kalple kalakalır ortada.

             Cahit Külebi’nin tüm şiirleri göz önüne alınacak olursa; yurdunun taşını, toprağını, zenginliğini, yoksulluğunu anlatan şair, memlekette ve dünyanın en uzak köşesinde bile acıların sürdüğünü görmektedir ve bunun sebebinin de Amerika olduğunun farkındadır. Bizler talihsiz bir nesil olarak ne yazık ki Amerika’nın Irak’ı özgürleştirme (!) çabalarına, Afgansitan’ı demokratikleştirme çalışmalarına (!) ve nicelerine şahit oluyoruz.

             Cahit Külebi’nin Amerika şiirini yazdığı yıl; 1971. Amerika’nın zulüm çarkının yoğun olarak işlemeye başladığı yıllar. Yani özgürleştirme çalışmalarına başlama yılları. Hem de hiç sınır tanımadan. “Bir çocuk ağlarsa dağ başında / Gözyaşında Amerika akar.” Zulmün sınırı olmaz, yaşı ve cinsiyeti olmaz. Bir zulüm başladıysa herkes bundan nasibi alır. Bugün Irak’ta, Afganistan’da gördüğümüz günlük patlamalar ve çatışmalar sonucunda ortaya çıkan manzarayı maalesef izlemek zorunda kalıyoruz. “Vurdularsa birini, kanı şorladıysa /Bilin ki o kurşunlarda Amerika var.”

             Amerika’nın zulmü yalnızca uzağındakiler için geçerli değildir. Tarih öyle sahnelere şahittir ki Amerika’nın bu kadar laneti hak ettiğini ispatlamaktadır. Zencileri ikinci sınıf vatandaş bile görmeyen, onlara ancak köleliği reva gören Amerika’dır. Kızılderilileri topraklarından eden, soylarını tüketmek için akıl almaz işkencelere başvuran da Amerika’dır. “Kişi kişiye köle tutulduysa, asıldıysa/Darağaçlarında Amerika var.”

             Amerika üzerine söylenecek ne kadar söz varsa ilk kelimesinin zulüm olmasına şaşırmamak gerek. Dünyayı keyfine göre yönetmeye çalışan, kendi kurduğu çarkın dönmesi için her yola başvuran, dünyanın dengesini kendi yönüne çevirmek için çok uluslu planlarını uygulamayı sürdüren bir zihniyetle karşı karşıyayız. Her taşın altında Amerika aramayı kuruntu olarak görmemek için tarihi doğru okumak yeterli olacaktır. Kendi eksenindeki ülkelerin yoğun şekilde faaliyetlerini sürdürdüğü nükleer çalışmaların aynısını sürdüren İran’a aklına estikçe tehditler savuran bir Amerika var karşımızda.

             Direnmek, eğilmemektir. Düşmanını iyi tanımak en büyük erdemdir. Şimdilerde, zenci ve adı Hüseyin olan bir liderle yönetilmeyi tercih eden Amerika’nın hangi oyunlar içinde olduğunu kestirmek zor olmasa gerek. Cahit Külebi’nin 70li yıllardan bize gönderdiği çağrıya kulak vermek gerek. Boynumuzun eğri olmaması için bu çok önemli. Çünkü Müslüman’a yakışan dik bir baş ve doğru bir boyundur.  “Ama biz yine de direneceğiz  /Sonuncumuza kadar.”

          



EDİP CANSEVER'DEN AHMET ABİ'YE AÇIK MEKTUP

 Mustafa UÇURUM

   Şiirin ruha hoş gelen bir yanı vardır. Her ruh haletine uygun bir şiir bulmak da bu anlamda mümkündür. Şiirin kabul görmesinin, değişik kanallardan kendine yer bulmasının sebebi de budur. Toplumumuzun şiire düşkünlüğünün de altında bu yatmaktadır. 7’den 77’ye şiire koşan bu toprağın insanları var oldukları günden bu yana şiire sımsıkı sarılmayı ihmal etmemişlerdir. Ekmeğinin peşindeki Anadolu insanından tutun da metropolde sıkışıp kalan ruhlara kadar her birey hayatının bir noktasında şiire tutunmuştur.

            Şiir tek başına bir iyi dilekler terennümü olmamakla birlikte bize esenlikler sunuyorsa daha bir kabul görür. Şiir bazen iyi bir sığınak olmuş, kelimelerin tükendiği, boğaza kelimelerin bir yumruk gibi tıkandığı zamanlarda şiir imdada yetişmiştir. Tarlasında işini bitirmiş bir Anadolu delikanlısının üzerinde gölge gibi duran garibanlığa karşı diyecek tek sözü vardır. Yumruğunu sıkıp, hıncını içine atıp Dadaloğlu’na sığınarak; “Bir yiğit de anasından doğunca / Kur’ağaçta bir dal bitmiş gib’olur / Yaşı varıp on beşine değince / Yükünü kumaştan tutmuş gib’olur” diyerek bir nebze de olsa derdine yoldaş olarak şiire tutunur.

            Hiçbir sözle hizaya gelmeyen, ne deseler kâr etmeyen bir yüreğin şifası da Yunus’tan başka yerde değildir. Kalın kalın kitaplardan ruhuna şifayı bulamayan için Yunus der ki; “Sofilere sohbet gerek / Ahilere ahret gerek / Mecnun’lara Leylî gerek / Bana seni gerek seni”

            Şair, yeri geldiğinde dizeleriyle kalplere ruh üflemesini de bilen bir söz erbâbıdır. İyi dilekleri şairlerden duymak topraklara bereket gibi ruhlara şifa olur. Hüseyin Atlansoy’un “İyi Günler İlerde Anneanne” şiiri, ne güzel bir dilekçedir. Umutların gelecek günlere havale edildiği ama o günler için de iyi sözlerin yine boğazda düğümlendiği bir ağıt olan şiir; iyi dileklerle başlayıp “iyi günler yok anneanne” diyerek bitse de umut sondadır; “kıyam/ et bize.”

            Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şiiri bir Türkiye fotoğrafı sunması anlamında önemli bir şiirdir. Şiirlerine yaşadığı coğrafyanın toprağını serpen bir şairdir Cansever. Liriktir ama ülkesine karşı duyarlı, gözünü aşk bürümemiş soysal bir liriktir. Şiirlerinde aşk bir yandan savrulurken diğer yandan da ülkenin köşesi bucağı şiirin bir yerlerinden kendini göstermektedir.

            “Mendilimde Kan Sesleri” şiiri, tema olarak ve söyleyiş özelliği olarak Cansever şiirinin en sağlam temsilcisi bir şiirdir. Belki şiirin dizeye yüklenmesi bağlamında farklılıklardan söz edilebilir. Çünkü Cansever şiiri yine Cansever’in “Dize işlevini yitirdi.” tezinin aksine dizeye dayalı bir şiirdir. Şiirlerindeki tek dizenin gücü bazen bütün şiiri sırtlanacak kadar güçlüdür. “İnfilak” şiirinde şiirin ilk dizesi “Ben gidince hüzünler bırakırım.”dır ve bu sözün üzerine gelen her söz ancak bir infilakın şerhi hükmündedir. “Çağrılmayan Yakup” şiirinin bütün bölümleri sarsıcı dizelerle örülüyken; şiirdeki “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka” dizesi bu şiirin önüne geçen bir dize olmuştur. “Kaybola” şiirinin ilk dizesi de aynı niteliktedir. “Sana her zaman söylüyorum senin yüzünde gülmek var.”

            “Mendilimde Kan Sesleri” şiiri bütüncül bir şiirdir. Baştan sona bir hikâyedir adete. Ahmet Abi’ye bir iç dökme, dertleşme ve bir coğrafyanın acısını paylaşma şiiridir. “Her yere yetişilir / Hiçbir yere geç kalınmaz ama / Çocuğum beni bağışla / Ahmet Abi sen de bağışla.” diyerek başlayan şiirde şairin nelere geç kaldığını anlamak o kadar da güç değildir çünkü yaşadıkça nelere geç kaldığımızın iyi bir fotoğrafıdır bu şiir. Hayatı kalabalık yaşayanlar için mutluluk uzak bir ülkedir. Hayatın her noktasından acı damıtmasını bilen için mutlu olmak ancak eski bir yalandır. Yaşadığı toprağın derdi ile dertlenenler için mutluluk tek başına yaşanmaz. Mutluluk ancak; “Bir halk gülüyorsa gülmektir.”

Bu şiiriyle Edip Cansever Türkiye’yle özdeşleşmiş bir yapıya bürünür. “Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi” diyerek Konya’nın, Antep’in düzlüklerine, Malatya’ya, Nazilli’ye, Edirne’ye, İstanbul’a uzanan bir yolculuğun rehberliğine soyunur.

Aslında şair, Ahmet Abi’ye seslendikçe sesi o kadar uzaklara ulaşır ki bir umut gibi büyüyen çocuklar da bu sözlerden payını alır. “O çocuklar büyüyecek” der ve “Umutsuzluğu yatıştır / Umudu dürt” sözüyle umut için her zaman bir ışık olduğunu doğrular.

Trenler de sık sık bu şiirin içinden geçmektedir. Trenler ki umut için, kaçış için, Anadolu’nun uzayıp giden bozkırları için çok önemli bir ayrıntıdır. İçinden Anadolu geçen bir şiire yakışan en önemli figür trendir. Almanya’ya işçi taşıyan trenler ki en hüzünlüsüdür yola düşenlerin. Umutsa umudun en büyüğü, kırılmaysa en büyük kırılmadır bu trenler. Almanya bizim topraklarımız için en büyük umut kapısıydı. Oralara gitmek buruk bir kurtuluştu. “Trenler tıklım tıklım / Trenler cepheye giden trenler gibi / İşçiler / Almanya yolcusu işçiler / .. / Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlerde büyüyenler”

“Hüzün” bizim yakamıza yapışmış bir talihsizliktir. Ne kadar sevinirsek sevinelim içimizde bir yerlerde her zaman bir hüzün kıpırdar durur.  Sevinçlerimizden bile tedirginlik duyan bir ruha sahip olduğumuz doğrudur. “Dağılmış pazaryerlerine benziyor şimdi istasyonlar / ve dağılmış Pazaryerlerine memleket / gelmiyor içimizden hüzünlenmek bile”  Hüznü yalnız insanın kendisi yaşamaz, yaşadığı şehir, sokak, pazaryerleri ve istasyonlar da bir hüzün anıtı gibi önümüze çıkabilir, yeter ki yalnız kalınmasın.

Edip Cansever, Yerçekimli Karanfil’in dillere düşmüş dizelerinin ardından “Mendilimde Kan Sesleri” şiiriyle de anılacak bir şairdir. Yaşarken içi kanayan bir halkın mendiline damlayan kanlar ancak dert yüklü bir hüznün eseri olabilir. Cansever, yaşadığı topraklarla barışık bir şairdir. İnsanı verem eden her derdin şahididir. Ahmet Abi’nin şahsında bütün bir milletin şahit olduğu acılar her mendili kanatabilir. Hem de boğucu öksürüklerle…  “Ahmet Abi, güzelim bir mendil niye kanar / Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar / Mendilimde kan sesleri.”





BİR EYLEM ADAMI; M. AKİF İNAN

Mustafa UÇURUM

 Öğretmen, dava adamı, gönül insanı, Kudüs yürekli bir mütefekkir. Aslında bu liste uzayabilir. Hangi güzel sıfatı sıralarsak sıralayalım M. Akif İnan’ı anlatmak için yerli yerinde bir tanımlama olacaktır. Hayatı dopdolu yaşayan, zor zamanda konuşan, koşmanın durmaktan hayırlı olduğunu söyleyerek elini taşın altına koymaktan çekinmeyen bir yeniçağ dervişidir o.

 Edip Cansever Mendilimde Kan Sesleri şiirinin bir yerinde “İnsan yaşadığı yere benzer /  o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer” der. İnsanların doğup büyüdükleri, fikir dünyalarına şekil verdikleri mekânların çok önemli olduğuna bir göndermedir bu dizeler. Şöyle bir bakacak olursak bunun ne kadar doğru olduğunu görebiliriz. Memleketimizde öyle bereketli topraklar vardır ki havasından mıdır suyundan mı bilinmez dağ gibi sağlam, nehirler gibi berrak yürekli adamlar yetiştirmiştir.

 Mehmet Akif İnan, Şanlıurfa doğumludur. Urfa ki memleketler içinde adıyla şanıyla hatırı sayılır bir memleket toprağıdır. Akif İnan, Urfa’da doğmuştur ama Kahramanmaraş’tan da epeyce nasiplenmiş biridir. Bir yanda “şanlı” bir yanda “kahraman” iki memleketten bereketlenmiş Akif İnan’ın yaşamı boyunca duruşuyla dik, muhabbetiyle gönüller fethetmesi olsa olsa Anadolu toprağından aldığı bu berekettendir.  Urfa’dan gönül hoşnutluğu, Maraş’tan da direnen bir yürekle yola çıkmıştır M. Akif İnan.

 İnsanın yaşadığı yer elbette önemlidir. Hayatına şekil vermesinde bulunduğu mekânları değerlendirmesi sağlam temel için sağlam harçtır ama kişinin kimlerle bulunduğu, kimlerle yol arkadaşlığı ettiği de önemlidir. M. Akif İnan bu konuda da oldukça şanslı bir kişidir. Maraş’taki sınıf arkadaşlarından sonra, önce Necip Fazıl ile daha sonra da Nuri Pakdil ile tanışıp iki aksiyon insanının da yakınında durarak yapacağı çalışmalara sıkı bir duruşla başlamıştır. Hatta bir şiirinde “Anamı sorarsan Büyük Doğu'dur” diyerek Necip Fazıl’ın düşünce dünyasının gelişimindeki etkisini açıkça ortaya koymuştur.

 Lise yıllarında yazmaya başlayan, daha sonra bu gayretini edebiyatımızın en önemli dergileri arasında yer alan Edebiyat ve Mavera ile taçlandıran Akif İnan, bir insana nasip olacak bir bahtiyarlığı yaşayarak her zaman yolu güzel insanlarla kesişmiştir. Urfa’dan Maraş’a sürülen bir lise öğrencisi iken Maraş’ta öyle bir sınıfa düşer ki sınıf arkadaşları; Alaaddin Özdenören, Rasim Özdenören ve Erdem Bayazıt’tır.

 Nuri Pakdil’le Edebiyat dergisini çıkarmış, daha sonra Mavera dergisinin kurucuları arasında yer almıştır. Edebiyat ve Mavera dergileri bu topraklar üzerinde adları her zaman hayırla yâd edilecek, bir neslin yetişmesinde çok önemli rolleri olan dergilerdir. Akif İnan’ın hayat gayesinin başında insan yetiştirmek vardır. Bunu güzel insanlarla birlikte olarak, güzel işlere öncülük ederek sağlamaya çalışmıştır. Bir öğretmendir, asil görev olarak kendisine insan yetiştirmeyi seçmesi de gayet normal bir eylemdir.

 M. Akif İnan, duyarsızlığa karşı dik duran, haksızlık karşısında sesini en gür sedadan çıkaran bir dava adamıdır. “Her eylem yeniden diriltir beni” dizesi onun dava adamlığının bir manifestosu olmuştur. Yıllar süren mücadelesini dergilerle, konferanslarla, yazdıklarıyla perçinledikten sonra Eğitim Bir Sen’i kurarak mücadelesi için daha sağlam bir zemin oluşturmuştur. Yaptığı her türlü çalışmanın temelinde onun ; “Gel kurut bu çağın kargaşasını/ Seninle beklenen şimdi şafaktır” dizesindeki çağrı yatmaktadır. Tek başına değil, örgütlü olarak hareket etmektir başarılı olmanın sırrı.

 Sessizliği seçenler, bir kenarda duranlar, bana ne diyenler yenilgiyi baştan kabul edenlerdir. “Rüzgâr mı asker mi biçti yolumu / Önünde kaç engel var ellerine” diyerek hiçbir engel tanımamakla ancak ayağa kalkabilir insan. M. Akif İnan bu duyguları şiirinde yüksek sesle söylediği gibi yaptığı her hamlede de sözlerine olan itimadını güçlendirmiştir. Ondandır ki adının anıldığı her mecliste hayır dualar eksik olmamaktadır.

 ..........................................................................................................................................................


 KIRKLARA KARIŞAN ARİF NİHAT ASYA

                                                    Mustafa UÇURUM 

“Bayrak şairi” olarak anılmak herhalde bir şair için tarifi imkânsız bir mutluluktur. Arif Nihat Asya için de öyleydi. Bayrak şairi olarak anılmaya başlanınca şu sözler dökülür ağzından şairin: “Bu şiir, bana ‘Bayrak Şairi’ denilmesine yol açtı ki, bu sıfat, benim için altından dökülmüş bir İstiklal Madalyası kadar kıymetlidir.”

Bir gecede yazdığı ve bir daha hiç üzerinde düzeltme yapmadığı Bayrak şiiri ile anılan Arif Nihat Asya’ya aynı zamanda “naatgû” da desek hiçbir cümleyi incitmiş olmayız. “Seccaden kumlardı” dizelerinin ayak sesi bile pervazlara konacak güvercinlerin, hû hûlara karışan aminlerin sedasını taşır yüreklere. Peygamber sevgisinin en üst perdeden dile getirildiği nadide şiirlerden bir tanesidir Arif Nihat Asya’nın naatı.

Sert görünümlü, sözünü esirgemeyen bir tavrı olsa da Asya’nın sevdasını dizelere dökeceği zaman yüreği en munis halini alır ve boynunu büker, teslimiyet makamına bürünür. Gittiği kapıdan boş dönmeyen bir mürit hali onun hücrelerine kadar işlemiş bir yürek halidir. Çünkü o sevgiyi yüreğinde hissederek yaşamış bir gönül erbabıdır.

“Perdelerden taşırıp neyleri çığlık çığlık

Neyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ'yı” derken içine dokunan neyin inlemesine kaptırmıştır kendini. Bir Mevlevi sevdasıyla dergâha râm olunca dizeleri daha içten içe çırpınmaya başlar, peygamber sevdasının bütün tezahürleri onun sözlerinde ete kemiğe bürünür.  

Değil insanlara yalnız ey çağ
Müjdeler hem yere hem eşyaya
Ki Muhammed gelecek dünyaya!
Yaptığından utanıp geçmişte
Şimdiden- şer inecek Gayya'ya

Sözüne hikmet yükleyen Arif Nihat, hayatını da yazdığı gibi yaşamak isteyen adımlar atmayı da ihmal etmemiştir yaşamı boyunca. Onun şiirinde hayat hikâyesini de bulabiliyoruz. Yani yaşarken yazan, yazdığını yaşayan bir şair Arif Nihat. 1933 yılında Üsküdar Mevlevihanesi’nin son şeyhi Ahmet Remzi Akyürek’le tanışıp onunla içten bir münasebet kurar şair. Bundan sonraki yaşamında ve şiirinde Mevlevi kültürünün izleri de görülmeye başlanır. Kubbe-i Hadra kitabı Arif Nihat’taki bu değişimin tezahürü olan bir eseridir.

“Mısraları bahçem, sarayım, Mevlâna;

Kubbenden bir dilim, payım, Mevlâna!

Duydum: tanıdıklar soruyormuş yerimi,

Sen neredeysen ben oradayım, Mevlâna!”

 

Bir sevdanın şairidir Arif Nihat Asya. Onun şiiri hayatının da aynasıdır. Yaşadığını yazar şiirinde, yaşamını ve sevda ile bağlı olduklarını. Rubaiyyati Arif’te yer alan bir şiir şairin hayatından izler de sunar bize.

 

Dal dal dolaşır bir kuşum, uçmuş yuvadan,

Yer yer buluşan yollara baktım havadan:

Gördüm: Bir ucum kök salıyorken Tokat’ta,

Gelmektedir, ey yol, bir ucum Tırnova’dan.”

 

Otobiyografik şiir diyebileceğimiz bu rubai şairin hayatı hakkında da ipuçları verir bizlere. Aslında şairin bu üslubu edebiyat tarihçilerinin de işini kolaylaştırmakta. Şairin en net kaynağı şiirleri olarak duruyor karşımızda. Köklerinin Tokat’a ve Tırnova’ya kadar uzandığını öğreniyoruz. Arif Nihat; baba tarafından Tokatlı, anne tarafından Tırnovalı bir şair.

Tokat’a dört kez gidiyor şair. Köklerinin ardına düşme arzusunun bir sonucu olarak görülmeli bu ziyaretler. En son ziyaretinden sonra bir şiirle pekiştiriyor baba topraklarına olan bağlılığını. Tokad’ın Kırkları adlı şiir, şairin gönül dünyasının hoş bir sedasını sunuyor bizlere. Ayrıca şairin memleketine dair bir muhabbet göstergesi olarak da algılanmalı bu şiir.  

Üçler, yediler, kırklar geleneğimizin ortak paydalarındandır. Kerametleri ile masallara, destanlara, efsanelere ilham olan üçler, yediler, kırklar asırlar boyunca bu topraklarla hürmet gören bir maneviyata sahip. Arif Nihat Asya da Tokad’ın Kırkları şiirinde bu hikmete gönderme yapıyor. Asıl selamı ise Kırk Kızlar’a. Sadece Tokat için değil Tokat’tan başlayıp çevre illere kadar yayılan bir efsanenin adını anarak şair, kendini de bu kerametin bir parçası olarak görmek istiyor.

“O tarafta Topçam'ın doruğunda Tek Mezar

Altında kırk kız yatar;

Yakınında kırk kıza

Ayna olan bir pınar…

Şurada beri tarafta Tokat’tan Haç Dağı’na

Tırmanan Kırk Badal var.

Kırk kız bulunan bir yanda, inip gitsen,

Tarihinden kalma Gök Medrese’ye kadar.”

 

Kırk Kızlar, Kırk Badal derken şairin içinde çırpınıp duran arzu da şiirde dizelere dökülüyor:

 

“Birlik olup Tokad’a
Yerleşmiş belli kırklar.
Ki dediler: Seni de aramıza alalım
Ey Arif Nihat Asya, kal da kırk bir olalım”

 

Arif Nihat Asya kırklara karışmayı gönülden isteyen bir Mevlevi ruha sahip. Kırklara karışıp orada kalmayı, oradan gönüllere akmayı, gönüller yapmayı isteyen bir dervişane duruş var onun yaşamında. Geçmişin görkeminde, tarihin huzurunda yaşamak isteyen bir gönül onunki.

 

“Tarihlere, destanlara yol bulabilsem 
Hiç durmadan düşünmeden geri giderim... 
Buna şaşma ki geçmişte yaşamayı ben, 
Gelecekte yaşamaya tercih ederim.”

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

BEKİR ABİ DERGİSİ MART 2021