ZARİFOĞLU
ŞİİRİNİ NASIL OKUMALI?
Mustafa UÇURUM
Yazılması kadar okunması da bir ustalık isteyen
şiir; karşısında her zaman donanımlı bir okuyucu ister. Özellikle iç evreni
gizem yüklü bir şairin şiiri; donanımın yanında, sahih bir kalbin varlığını da
arzular.
İşte bu noktada; Cahit Zarifoğlu şiirini okumak ve
şiirlerin dünyasına girebilmek için iyi kuşanılmış bir alt yapı gerekir. Bu alt
yapı; imge gücü, Zarifoğlu’nun düşünce dünyası ve mümin bir bakışla anlam
kazanır. Çünkü Zarifoğlu şiirinde; ilk okunuşta akla nüfuz eden anlam
karmaşası, derine inilmezse göz ardı edilebilecek bir ince noktada gizlidir.
Bilinçaltı, insanın ifade
edemediği ve vurgulayamadığı sırlarla yüklüdür. Teşhis etmek ya da yeni
adlandırmalarla bilinci açığa vermek; özellikle şiirde bilinçaltını sergilemek
yüreklilik istediğinden, bunu yapabilen şairlere yürekli şair demek abartı
olmayacaktır. Ve Zarifoğlu yürekli bir şairdir.
Bir rüya halinin ya da
uykuyla uyanıklık arasında geçen zaman diliminin tayini zordur. Muhayyilesi
açık olan bir kalp, bakış açısını bazen elinde olmadan sınırsız tutabilir. Bu
eylemin amacı, şaşırtmak değildir aslında. Fakat ortaya çıkan eser; sınırları
belli olmayan bir dünyanın ürünüdür. Bu sebepten, “değişik- yeni” olarak
adlandırılan sıra dışılıkların az rağbet görmesi de normaldir.
Cahit Zarifoğlu şiiri,
görücüye çıktığı ilk günden itibaren, okuyucuyu tarifsiz bir aleme
sürüklemiştir. Garip akımından, Necip Fazıl’dan sonra özellikle Zarifoğlu’nun
yaşadığı çevre için şiirleri, “farklıydı.” Bu sürükleniş ve farklılıktan etkilenen
yalnızca okuyucu değildir. Zarifoğlu’nun en yakınında bulunanlar bile şiirleri
karşısında hayretlerini gizleyememişlerdir. Günlük yaşantıda son derece açık ve
mülayim bir kişiliği olan şairin şiirlerinin olabildiğince gizemli ve kapalı
olması, onun iç evrenini açığa vurmadığının bir göstergesidir.
Zarifoğlu şiiriyle birlikte
en fazla anılan kavram “kapalılıktır.” Onun şiirlerinin yorumlandığı çoğu
yazıda, bu kapalılık üzerine çok söz söylenmiştir. Belki de bu yüzden, onu
ikinci yeni şairlerinin arasında saymaları gecikmemiştir. Şiirlerinde son
derece derin imgeler barındırması, kendine has benzetmeler kullanması, şairin
kendisinde aranacak inceliklerdendir. Çünkü Rasim Özdenören’in ifadesine göre
Zarifoğlu “pek okumayan” bir kişi olduğuna göre, onun şiirindeki farklılığı
etkilenmelere, çağrışımlara bağlamak doğru olmayacaktır.
Şiiri kapalıdır ama bu
kapalılık içine girdikçe çözülen bir büyüyle ilgilidir. Sıradan ve başıboş bir
okuyuş, elbette Zarifoğlu şiirini anlamaya yetmez. İlk şiiri olan, “Hızla Akan
Mızrak”la başlayan içe doğru yoğunlaşma, nerdeyse bütün şiirlerin üstündeki sır
perdesidir. Şiirlerde iç içe geçmiş bir hareketlenme söz konusudur. Şiirlerin
birinci hareketi, her okura seslenen yanıdır ve bu işin kolaycı önüdür. İlk
okuyuşta anlaşılan, yumuşak söyleyişlerdir bunlar. Bir de şiirlere
serpiştirilmiş gibi duran, gizli yönler vardır ki, işte bunlar idmanlı oyucuya
göredir. Zarifoğlu şiiri, hazırlıklı okuyucuya hitap eden bir şiirdir. İmgeden,
bilinçaltından ve hayra yorulacak rüyalardan haberdar olmalıdır okuyucu. Eğer okuyucu bunlardan bîhaberse,
yapılan okumamalar, göz idmanının ötesine gidemeyecektir. Çünkü; “kızlar
göğüslerini / baharın ağacına / ilk açan çiçeğine / dayadılar” gibi yüzlerce
dizeyi anlamak için bütün bunlar gereklidir, bir de salih bir kalp.
Zarifoğlu, Necip Fazıl’a
hayran bir kişidir. Özellikle Necip Fazıl’ın sanatçı kişiliğine karşı aşırı bir
tutkunluğundan söz edilir. Sezai Karakoç’un şiirine de ilgisi yoğundur. Rilke
üzerine de bir mezuniyet tezi hazırlamıştır. Fakat bütün bunların sonucunda,
şairin etkilenme alanını tespit etmek zordur. Necip Fazıl’dan, Karakoç’tan ya
da Rilke’den şiirlerine dair iz bulmak güçtür. Çünkü onun şiiri kendisiyle
başlamış bir kaynak gibidir. Bunun farkına varan yaşadığı dönemin bazı solcu ve
ateist şairleri bile gerçeği gizlememişler ve dergilerinde açık ifadelerle
Zarifoğlu şiirini övmüşlerdir. Özellikle solcu şairler onu kabullenmişler,
2.yeni şairleri arasında adını telaffuz etmekte tereddüt göstermemişlerdir.
Elbette, yalnızca imge yoğunluğu, kapalılık ve soyut genellemeler, zarifoğlu
şiirini açıklamaya yetmeyecektir. Onun şiirinin en önemli yönlerinden biri de
metafizik çağrışımlardır. Ölüm, ölüm karşısında irkilme ve ben’i sorgulama her
yeni şiirde kendini biraz daha hissettirmiş ve “boynuma bir at / kölen diye
yollarda gezdir beni.” diyebilecek dereceye getirmiştir şairi. Şairdeki bu
değişimi doğru izleyebilmek için, yer yer tasavvuf ağırlıklı bir okumaya bile
ihtiyaç vardır.
Zarifoğlu şiirindeki bu
denli değişimin sebebi şairin yaşantısında da aranabilir. Şair, şiiri
hakkındaki fikrini söylerken: “ Tepeleme bir şair gibi yaşarım. Ama şiir
hayatımda hiç yer almaz. Şiir yazdığımdan habersiz çok samimi arkadaşlarım
vardır.” ifadelerini kullanır. Yani şiirin bir teorisyeni değil, bizzat şairidir.
Uzun şiirler yazması, kısa şiirler yazması, kendine has imgeler kullanması,
şairin yaşantısını şiirden uzak tutmasında aranabilir. Çünkü kendisinin
değişken bir ruh haline sahip olduğunu ve durağanlıktan sıkıldığını yine kendi
sözlerinden çıkarabiliriz.
Şiir okuyucusu için, diğer
bir handikap da şiirin varoluşu ile ilgilidir. Bilinen şudur ki, şiirin ilk
dizesi şairi en iyi ifade eden bölümdür. Hatta bazı şiirler, yalnızca ilk
dizeden bile ibaret olabilir. Bu durum Zarifoğlu şiirinde tam tersidir.
Zarifoğlu, şiiri en iyi bitiren şairlerden biridir. Şiirin asıl cevheri son da
saklıdır. Yani Zarifoğlu şiirini okumak için sabretmek gerekir. Son cümleye
kadar kendini tutabilen okuyucu, bahtiyarlığa eren okuyucudur. İşte Zarifoğlu
şiirlerinden bazı son sözler: “ Oysa sergimize kuşlar gelir uzanır.”, “ mızrak
geçer ışığı / geçer geceyi dolduran karanlığı da.”, “beni elleriyle alkışlayan/
ağrıyan bir gün geliyor.”, “ iz sürmek bundan gerek/ ok ize düşmüş kemiği
deşmişti”, “her nasip için ayrı ayrı/ rahmet şekillenir”, “elimle kendi elimi
tutuyorum/ yan yana gidiyormuşum gibi kendimle.”
Benzetmeler, sözcükler
arasındaki çağrışımlar; bir şiir için aslolan ve bir şiirde aranan
değişmezlerdendir. Zarifoğlu’nda, özellikle benzetmeler şairin kendine has ve
başka bir şairde rastlanmayacak şekilde farklılık gösterir. Okuyucunun aklını
kurcalayan kullanımlara, Zarifoğlu şiirinde sık sık rastlamak mümkündür. Soyut benzetmelerin
somutla birleşmesi sonucunda ortaya çıkan imgeler, şaire has kullanımlardır. “
bu geçen mızrak / kalın kararlı”, “bir ayıp giyotin”, “bir savaş
bütün bunlarla doludur / ölüm beyin düzlerinde”, “uzun bacaklı leylek
içimizde genç açar”, “Yasin okunan tütsü tüten çarşılardan /geçerdi
babam/ başında yağmur halkaları”, “beni bu sabah iri anla”
Bir de Zarifoğlu’nun, sehl-i mümteni tadındaki
şiirleri vardır ki bu şiirler, kolayı seven okuyucular için iyi bir tercihtir.
“Zarif Çoban” şiiri hem şekil hem anlatım olarak Zarifoğlu şiirinde farklı bir
yere sahiptir. Söyleyiş olarak halk şiirini andıran bir tarzda yazılmış bu
şiir, şiirler arasında ayrıcalıklı bir yere sahiptir. “O güzeli bana verseler /
Tombul kuzuların aşkına / Yaylalara atlas kilim serseler / Tombul kuzuların
aşkına.”
Zarifoğlu şiiri her okuyucuda ayrı anlamlar doğuracak yapıda bir şiirdir. Zaten şiirin oluşumunda da yeni anlamların türetilmesi vardır. Bu olmadığı zaman, şiir de olmaz. Şair dolaylı anlatımı seçtiği için şiir yazar, çok anlamlı üretimi tercih ettiği için şairdir. Bu düşüncelerle özellikle Zarifoğlu şiiri okunacak olursa; bakar kör bir sıradanlıkla şiirlere kapalı ya da anlamsız denmeyecektir. Şiirin,şairin ve şiir okuyucusunun çıkış noktasında da bu bakış açısı olmalıdır. Özellikle okunan şair; “tepeleme bir şair” gibi yaşıyorsa, o zaman her şey okuyucunun elindedir. Ve Cahit Zarifoğlu şairdir, hem de önce müslüman sonra şair.
ÇAĞRILMAYAN YAKUP’A BİR DAVET DENEMESİ
Mustafa
UÇURUM
İkinci Yeni şiirine aşina
değilseniz şiirin kapısını araladığınızda sizin neyi karşılayacağını
bilemezsiniz. Zengin, ufku geniş, poetikası özgün, yaşantıları birbirinden
farklı şairler ve bunun yansıması olan şiirler karşılar sizi. Postmodern bir
dünyadan şiirler devşirirken, bir anda uçsuz bucaksız bir Anadolu tablosu ile
karşılaşabilirsiniz. Epik bir ruhun dirilişi ile hemhal olurken bir anda mistik
bir alacakaranlıkta bulabilirsiniz kendinizi. Oldukça zengin bir dünya olan
İkinci Yeni, o günlerden bugünlere uzanan çizgide etkisini hiç kaybetmeden
hükmünü sürdürüyorsa şiir kuramı üzerine yeni sözler söyleme gereği
hissediyorsak farklı bir pencerenin bizleri sürekli izlediğinin bir kanıtıdır
bu.
Şairler içinde bir şair
olarak Edip Cansever, hem şiiriyle hem de şiire ayırdığı mesai ile İkinci Yeni
içinde ve geniş anlamda edebiyatımızda iz bırakan bir şairdir. Onun şiirini
okurken kendinizi sınırları belli olmayan bir dünyanın koynuna bırakmanız
gerekir. Yaşadığı topraklara aşina, taşını toprağını bilen ve yaşayan bir
şairdir Cansever. Onun her şiiri hakkında konuşmak, düşünmek gerekir. Özenle
işlenmiş bir şiirdir onun dünyası.
Her dönem geçerliliği
olan duyarlılıklara seslenen, şiirini sığ ideolojilerden arındırarak felsefi
çıkmazlardan daha çok sosyolojik hassasiyetleri gözeterek şiirini inşa eden
Edip Cansever, derdi olan bir şair kıvamında dizeler arasına sarsıcı eylemler
kurmayı tercih eden bir şair. Bütün şiiri bir erdemler kılavuzu haline getirmek
yerine, yer yer küçük dokunmalarla söyleyeceğini etkili birkaç imge ile
söyleyip, şiirinin akışına devam eder Cansever.
Çağrılmayan Yakup, Edip
Cansever’in 1966’da yayınlanan şiir kitabının adı. Dört uzun şiirden oluşuyor.
Bir hikâyenin akışına kaptırırsanız kendinizi, içiniz dışınız bir seslenmeyle
yankılanarak dolacak çok sesli bir şiir. Yalnızlık ve insanı boğan bir gürültü
iç içe geçmiş bu şiirde. Hatta klâsik söylemiyle kalabalıklar arasında yalnız
kalmış bir ruhun kendine bir ses aradığı şiir diyebiliriz.
“Biri olsun
"Yakup!" diye seslenmedi hiç /
Yakup! / Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım” Bu dizeleri her
okuduğumda aklıma Sait Faik’in Hişt… hişt hikâyesi gelir. Bir sese, çağrıya
duyulan büyük özlem, her yerden beklenen bir seslenme arzusu ve sonunda
sessizliğiyle baş başa kalan yalnız adam.
Yakup da şiirin tamamında bir sesin ama içten gelecek, ruha değecek bir
sesin arzusunu hissediyor. Her yerden ses geliyor, hem de aynı ritmde, bir
kurbağa korosunun ahenginde ama Yakup’un kalbine değen bir ses yok. O, hep
Çağrılmayan Yakup.
Bu şiir, sorgulayıcı bir
zihinle okunacak olursa toplumsal duyarsızlığın, düşünmeyen ve başkalarından
duyduklarıyla aynı nakaratı bir ömür tekrarlayarak direndiğini sanan içi boş
güruhların eleştirildiği bir şiir diyebiliriz. Çünkü kurbağalar şiirde bir
ağızdan, birbirlerini dinlemeden, düşünmeden, açgözlü bir iştiha ile kalabalık
ve çok, sadece kendilerine seslenen bir topluluk olarak karşımıza çıkıyor.
Edip Cansever, ruhunun
çalkantısının şiirini yazan bir şair. Hayatın akışı gibi yaşamış ve bunun
şiirini yazmış. Yer Çekimli Karanfil şiirindeki lirik şair, karşımıza sosyal
duyarlılıkları çok yüksek bir şair olarak da çıkabiliyor. Yaşadığı çağa ve
ülkeye yabancı durmuyor. Mendilimde Kan Sesleri şiirinde gözlerimizin önüne bir
Türkiye haritası çizerken nasıl hassassa, Uçurum şiirinde de aynı içsel ama
lirik duruş karşılıyor bizi. “Kalbim, sersemliğim benim”
Çağrılmayan Yakup, sadece
boş konuşan kekeme korosundan rahatsız değildir. “Masalarda oturmuşlardı. Ben
oradan geliyorum / Yazı makineleri,
kâğıt sesleri/ Ben oradan geliyorum.” Masada oturmak ve yazmak. Yine
kurbağaların haykırdığı ritimde yapmak bunları. Bu dizelerle edebiyat ve fikir
dünyasına da ince göndermeler yapıyor Cansever.
“Mısra işlevini yitirdi;
şiiri şiir yapan bir birim olarak yürürlükten kalktı.” dese de Edip Cansever,
bazen tek dizenin alıp götürdüğü şiirlerin şairidir. Bütün bir şiiri okuduktan
sonra içinizin bir yerlerinde çınlayıp duran bir dize sizin yakanızı
bırakmayabilir. “benim olmayan bir sevinç duyuyorum”, “çok büyük bir oteldeyiz
hepimiz”, “Askerim, benim ağzım kuşlardan.”, “ne gelir elimizden insan olmaktan
başka”, “dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar”
Dizeler bu denli
güçlüyken ve şiirin önüne geçecek kadar kabul görmüşken Çağrılmayan Yakup
şiirinin adı da yayınlandığı dönemde dillere yerleşen ve hatta deyim gibi
kullanılan bir rağbet görmüş. O dönemde çekilen filmlerde bile Çağrılmayan
Yakup ifadesi sık sık umutsuz kalplerin adeta tesellisi olmuş.
İkinci Yeni şairleri
arasında mistik çağrışımlar diyebileceğimiz bir yaklaşıma en cesur göndermeler
yapan ve Dünyanın En Güzel Arabistanı’nı bizlere armağan eden Turgut Uyar
dışında bu tarz bir göndermeyi şiirine yaklaştıran şair yok diyebiliriz. Hatta
bu tarz bir yaklaşımdan özenle uzak durmuşlardır desem abartmış olmam.
Çağrılmayan Yakup ismi, birçok çağrışıma açık bir söyleyişe sahip. Hatta şiiri
bilmeyen birisi için bu isim bile anlatılacak birçok menkıbe için girizgâh
olabilecek bir içselliğe sahip. Şiir okunurken de bu mistik hava Yakup’un
yanına Yusuf’un da eklenmesi ile daha da pekişiyor gibi olsa da Edip Cansever
hemen bu havayı dağıtıyor; “Öyle bir
Yakup ki bu, onca din kitaplarının sözünü bile etmediği/ Kimsenin sözünü bile etmediği bir Yakup”
Arasıra Yakup’la Yusuf
karışsa da “ Ben, yani Yusuf, Yusuf mu
dedim? Hayır, Yakup/ Bazen
karıştırıyorum.” şairin tavrı nettir; “Yosunlar, kumlar, şeytan minareleri / Ve
kumlarda katılaşmış kıvrımlar / Bağırdım, bağırdım, bağırdım/ Tanrının ayak
izleri!/ Tanrının ayak izleri!”
Çağrılmayan ama bir sese
hasret yaşayan bahtsızlar olarak bu çağ çokça ayrılık bırakıyor kalbimize. Biz
davet etmesini bilirsek en özgün sesimizle belki bir kapı aralanır ve Yakup
görünür kapıdan. Birçok uyarıcının arasında bize en çok tesir eden sesi
aramakla geçen ömrümüzde Edip Cansever’e çokça kulak vererek içimizin
ıssızlığını biraz olsun dindirmeye çalışacağız. Umut gelip kapımızı çalana
kadar; “Ve sabah bunları bir bir kendime anlatacağım/ Yakubun gene bir yokluğa
doğru büyüyen içinde.
İKİ CAMİ ARASINDA TURGUT UYAR
Mustafa UÇURUM
Bu
diyaloglardan bana kalan, Turgut Uyar’ı mübarek sayılan bir gecede okutmaya
iten sebeplerdi. Turgut Uyar şair olarak ikinci yeninin temel taşları
arasındaki şairlerden biridir. Onun adını saymadan ikinci yeniden bahsetmek yarım
başlanmış bir değerlendirmeden öteye geçemez. Turgut Uyar bütüncül şiirleriyle,
bazen dile takılan bir mısrasıyla kişiye şiir okuduğunu hissettirecek bir
şairdir. Onun şiirinde bazen bir hikâye karşılar sizi, bazen de sarhoş bir
denizin dalgasına tutunursunuz.
Mısra-i
berceste şairidir Turgut Uyar. Bazen bir bakarsınız bir mısra her şeyi
anlatmaya yeter. Alıp o mısrayı duvarlara, pankartlara, gökyüzüne yazmayı ister
insan. Önüne gelene okumak ister. “Çünkü
ben ey derim ve severim ey demeyi bilenleri.” “İkimiz birden sevebiliriz göğe bakalım.” “Kurutulmuş bir çiçektiniz
sanki, göğünüzü getirdim.” Ve daha niceleri.
Turgut
Uyar’ın ikinci yeni şairleri arasında özel bir yeri vardır. Çünkü o, yaptığı
derin okumaları kendi düşünce dünyasında yorumlayıp bir divan oluşturma
cesaretini göstermiştir. Bu ikinci yeni adına bir cesarettir. Geleneği bilen,
kendinden öncesini ancak okuyan ve onun etkilerinden kendini uzak tutan ikinci
yeni şairlerinin arasında Turgut Uyar bir divan yazarak kendine ayrıcalıklı bir
dünya oluşturmuştur. Elbette bütün ikinci yeni şairleri divan edebiyatını, halk
edebiyatını okudukları halde bu edebiyatlara dair hiçbir etkiyi şiirlerine
yaklaştırmamışlardır. Bu anlamda Turgut Uyar cesur bir şairdir. ( Belki burada
Sezai Karakoç’u, ayrı bir yere koymak gerekir.)
Turgut
Uyar şiiri dendiğinde akla ilk gelen kitabı “Dünyanın En Güzel Arabistanı” dır.
Bu kitap hem yazıldığı dönemde hem de günümüzde ilgiyi her zaman üzerine
çekmiş, hatta kitabın isminden başlayan bir albeniyle Turgut Uyar ismi ile
özdeşleşmiş bir eserdir. 50’li yıllarda böyle bir kitapla şiir dünyasına
çıkıyor olmak ancak Turgut Uyar’a has bir tavır olabilirdi. O da üzerine düşeni
yaparak okuyucuyu bilinenin aksine başka uzak bir Arabistan’a çağırmaktadır. Turgut
Uyar’ın Arabistan’ı onu kutsal yapacak bir menzil değildir elbette. Onun bu
kitabında her şeyle karşılaşmak mümkündür. Bir hikâyenin dünyasına girerken
birden bir şiir yolunuzu keser, karanlık bir ormanda av sonrası buğulu bir
erotizm şiire son noktayı koyabilir.
Turgut
Uyar’ı kutsal gecelere çağıran ses aslında Dünyanın En Güzel Arabistan’ı
değildir. Divan’a bakacak olursak, bu kitabındaki şiirlerde de bizi ilk olarak
adına yakışan bir karşılama bekler. Divan’a giriş; Münacat ve Naat iledir.
Turgut Uyar, bir divan yazmış olmasındaki sebebi açıklarken kendisine
yöneltilen eleştirileri de göz önüne alarak; kesinlikle eskiye özlem amaçlı bir
çalışmanın içine girmediğini, yaptığının sadece söylemek istediklerinin ancak
bu kalıplarla söylenmesinin yerinde olacağını dile getirmiştir. Turgut Uyar,
görünen o ki divan yazarken şeklî bir bağlılıktan söz etmektedir. Bu bile başlı
başına bir çıkıştır. Şiirlerdeki beyit düzeni, kafiye düzeni ikinci yeninin
ruhuyla işlenecek bir düzen değildir. Şair burada dediğini doğrular bir nitelikte
bir uğraş içine girerek divan edebiyatının nazım şekillerini kullanmayı tercih
etmiştir.
Aslında
bütün bunlar bile Turgut Uyar’ın kutsal gecelerde okunması için bir sebep
değildir. Çünkü şair şekil olarak divan edebiyatının nimetlerinden yararlanmış
olsa da kendi ifadesiyle onun münacatı “halka münacattır.” Hatta Turgut Uyar
kitabının adını da “Halk Divanı” koymak istemiş ama o dönemde halk sözcüğünün
sömürülmesinden duyduğu tedirginlikle kitabın adın Divan olmuştur.
Turgut Uyar
şiirlerinde geleneği de kullanmıştır, insanları gizemli bir dünyaya da
çağırmıştır hatta yeri geldikçe dini terminolojiyi de şiirlerine konuk
etmiştir. Onun edebiyat dünyasında tanınmasını sağlayan Arz-ı Hal şiiridir.
Şair bu şiiriyle bir yarışmaya katılmış, yarışmada ikinci olmuştur. Sonradan bu
şiir üzerine dönemin önemli edebiyat adamları birçok yazı yazmış, hem şiir hem
de şairi gündeme gelmeye başlamıştır.
Arz-ı hal şiiri “Ben de günahkâr kullarındanım Allah’ım” tekrarıyla devam
eden heceli bir şiirdir. Günahkâr kullarından olduğunu sık sık tekrarlayan şair
aslında bu şiirinde daha büyük günahlara adım atmaktadır, o da ayrı bir mesele.
Turgut Uyar’ın
sık yaptığı bir şeydir bu. Yirmili yaşlarına gelmeden yazdığı Arz-ı hal’den
başlayan dini terminolojiyi hoyratça kullanma tavrı onun birçok şiirinde
karşımıza çıkar. Hatta kutsal bir gecede
okunması tavsiye edilen Göğe Bakma Durağı şiiri de bu hoyratlıktan nasibini
almıştır. İkinci yeni şairleri arasında pek de rastlanmayan bir tutumdur bu.
Onlar şiirlerine, halkı, anlamsızlığı, erotizmi sık sık konuk etmişlerdir ama
kutsala pek de yanaşmamışlardır.
Turgut Uyar’ı
okumak gerek. Kelimelerin şiirde nasıl rahat bir şekilde kullanıldığına şahit
olmak için, şiirin bir hikâyeye nasıl yaslandığını görmek için, Geyikli Geceyi
kurtarmak için ve en çok da Türkiye için Turgut Uyar’ı okumak gerek. Bu
okumanın kutsal gecelere bırakılmasına gerek de yok. O geceleri kendi hassas
duruşlarında bırakarak ve “ey kim varsa orda o tek olanın adına çekin
kürekleri” diyerek asılarak dizelere okumak gerek.
CAHİT KÜLEBİ’NİN “AMERİKA” ŞİİRİ
Mustafa UÇURUM
Önce Kristof Kolomb buldu Amerika’yı,
Sonra biz.
Umutlar azaldı, günden
güne, mutluluklar
Ve ekmeğimiz.
Bir çocuk ağlarsa dağ
başında
Gözyaşında Amerika
akar.
Vurdularsa birini,
kanı şorladıysa
Bilin ki o kurşunlarda
Amerika var.
Kişi kişiye köle
tutulduysa, asıldıysa
Darağaçlarında Amerika
var.
Ama biz yine de
direneceğiz
Sonuncumuza
kadar. ( 1971)
Zulümle
payidar olmak kolay elde edilecek bir unvan değildir. Yüzyıllar süren bir zulüm
çarkını işletmek gerek. Attığı adımda, aldığı nefeste, baktığı her yerde zulüm
için çalışanlar ancak böylesi bir payeye ulaşabilirler. Amerika, var olduğundan
bu yana zulmü kendine yoldaş edinmiş bir ülkedir. Artık öyle bir hal ortaya
çıkmıştır ki dünyanın hangi köşesinde acı çeken bir millet varsa dolaylı yönden
de olsa bu işte Amerika’nın parmağı vardır.
Amerika’nın zulmü yalnızca uzağındakiler için geçerli değildir. Tarih öyle sahnelere şahittir ki Amerika’nın bu kadar laneti hak ettiğini ispatlamaktadır. Zencileri ikinci sınıf vatandaş bile görmeyen, onlara ancak köleliği reva gören Amerika’dır. Kızılderilileri topraklarından eden, soylarını tüketmek için akıl almaz işkencelere başvuran da Amerika’dır. “Kişi kişiye köle tutulduysa, asıldıysa/Darağaçlarında Amerika var.”
Amerika üzerine söylenecek ne kadar söz varsa ilk kelimesinin zulüm olmasına şaşırmamak gerek. Dünyayı keyfine göre yönetmeye çalışan, kendi kurduğu çarkın dönmesi için her yola başvuran, dünyanın dengesini kendi yönüne çevirmek için çok uluslu planlarını uygulamayı sürdüren bir zihniyetle karşı karşıyayız. Her taşın altında Amerika aramayı kuruntu olarak görmemek için tarihi doğru okumak yeterli olacaktır. Kendi eksenindeki ülkelerin yoğun şekilde faaliyetlerini sürdürdüğü nükleer çalışmaların aynısını sürdüren İran’a aklına estikçe tehditler savuran bir Amerika var karşımızda.
Mustafa UÇURUM
Şiirin ruha hoş gelen bir yanı vardır. Her ruh haletine uygun bir şiir bulmak da bu anlamda mümkündür. Şiirin kabul görmesinin, değişik kanallardan kendine yer bulmasının sebebi de budur. Toplumumuzun şiire düşkünlüğünün de altında bu yatmaktadır. 7’den 77’ye şiire koşan bu toprağın insanları var oldukları günden bu yana şiire sımsıkı sarılmayı ihmal etmemişlerdir. Ekmeğinin peşindeki Anadolu insanından tutun da metropolde sıkışıp kalan ruhlara kadar her birey hayatının bir noktasında şiire tutunmuştur.
Şiir
tek başına bir iyi dilekler terennümü olmamakla birlikte bize esenlikler
sunuyorsa daha bir kabul görür. Şiir bazen iyi bir sığınak olmuş, kelimelerin
tükendiği, boğaza kelimelerin bir yumruk gibi tıkandığı zamanlarda şiir imdada
yetişmiştir. Tarlasında işini bitirmiş bir Anadolu delikanlısının üzerinde
gölge gibi duran garibanlığa karşı diyecek tek sözü vardır. Yumruğunu sıkıp,
hıncını içine atıp Dadaloğlu’na sığınarak; “Bir
yiğit de anasından doğunca / Kur’ağaçta bir dal bitmiş gib’olur / Yaşı varıp on
beşine değince / Yükünü kumaştan tutmuş gib’olur” diyerek bir nebze de olsa
derdine yoldaş olarak şiire tutunur.
Hiçbir
sözle hizaya gelmeyen, ne deseler kâr etmeyen bir yüreğin şifası da Yunus’tan
başka yerde değildir. Kalın kalın kitaplardan ruhuna şifayı bulamayan için
Yunus der ki; “Sofilere sohbet gerek /
Ahilere ahret gerek / Mecnun’lara Leylî gerek / Bana seni gerek seni”
Şair,
yeri geldiğinde dizeleriyle kalplere ruh üflemesini de bilen bir söz erbâbıdır.
İyi dilekleri şairlerden duymak topraklara bereket gibi ruhlara şifa olur. Hüseyin Atlansoy’un “İyi Günler İlerde Anneanne” şiiri, ne güzel bir dilekçedir.
Umutların gelecek günlere havale edildiği ama o günler için de iyi sözlerin yine
boğazda düğümlendiği bir ağıt olan şiir; iyi dileklerle başlayıp “iyi günler yok anneanne” diyerek bitse
de umut sondadır; “kıyam/ et bize.”
Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şiiri bir
Türkiye fotoğrafı sunması anlamında önemli bir şiirdir. Şiirlerine yaşadığı
coğrafyanın toprağını serpen bir şairdir Cansever. Liriktir ama ülkesine karşı
duyarlı, gözünü aşk bürümemiş soysal bir liriktir. Şiirlerinde aşk bir yandan
savrulurken diğer yandan da ülkenin köşesi bucağı şiirin bir yerlerinden
kendini göstermektedir.
“Mendilimde
Kan Sesleri” şiiri, tema olarak ve söyleyiş özelliği olarak Cansever şiirinin
en sağlam temsilcisi bir şiirdir. Belki şiirin dizeye yüklenmesi bağlamında
farklılıklardan söz edilebilir. Çünkü Cansever şiiri yine Cansever’in “Dize
işlevini yitirdi.” tezinin aksine dizeye dayalı bir şiirdir. Şiirlerindeki tek
dizenin gücü bazen bütün şiiri sırtlanacak kadar güçlüdür. “İnfilak” şiirinde
şiirin ilk dizesi “Ben gidince hüzünler
bırakırım.”dır ve bu sözün üzerine gelen her söz ancak bir infilakın şerhi
hükmündedir. “Çağrılmayan Yakup”
şiirinin bütün bölümleri sarsıcı dizelerle örülüyken; şiirdeki “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka”
dizesi bu şiirin önüne geçen bir dize olmuştur. “Kaybola” şiirinin ilk dizesi de aynı niteliktedir. “Sana her zaman söylüyorum senin yüzünde
gülmek var.”
“Mendilimde Kan
Sesleri” şiiri bütüncül bir şiirdir. Baştan sona bir hikâyedir adete. Ahmet
Abi’ye bir iç dökme, dertleşme ve bir coğrafyanın acısını paylaşma şiiridir. “Her yere yetişilir / Hiçbir yere geç
kalınmaz ama / Çocuğum beni bağışla / Ahmet Abi sen de bağışla.” diyerek
başlayan şiirde şairin nelere geç kaldığını anlamak o kadar da güç değildir
çünkü yaşadıkça nelere geç kaldığımızın iyi bir fotoğrafıdır bu şiir. Hayatı
kalabalık yaşayanlar için mutluluk uzak bir ülkedir. Hayatın her noktasından
acı damıtmasını bilen için mutlu olmak ancak eski bir yalandır. Yaşadığı
toprağın derdi ile dertlenenler için mutluluk tek başına yaşanmaz. Mutluluk
ancak; “Bir halk gülüyorsa gülmektir.”
Bu şiiriyle
Edip Cansever Türkiye’yle özdeşleşmiş bir yapıya bürünür. “Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi” diyerek Konya’nın,
Antep’in düzlüklerine, Malatya’ya, Nazilli’ye, Edirne’ye, İstanbul’a uzanan bir
yolculuğun rehberliğine soyunur.
Aslında şair,
Ahmet Abi’ye seslendikçe sesi o kadar uzaklara ulaşır ki bir umut gibi büyüyen
çocuklar da bu sözlerden payını alır. “O
çocuklar büyüyecek” der ve
“Umutsuzluğu yatıştır / Umudu dürt” sözüyle umut için her zaman bir ışık
olduğunu doğrular.
Trenler de sık
sık bu şiirin içinden geçmektedir. Trenler ki umut için, kaçış için,
Anadolu’nun uzayıp giden bozkırları için çok önemli bir ayrıntıdır. İçinden
Anadolu geçen bir şiire yakışan en önemli figür trendir. Almanya’ya işçi taşıyan
trenler ki en hüzünlüsüdür yola düşenlerin. Umutsa umudun en büyüğü, kırılmaysa
en büyük kırılmadır bu trenler. Almanya bizim topraklarımız için en büyük umut
kapısıydı. Oralara gitmek buruk bir kurtuluştu. “Trenler tıklım tıklım / Trenler cepheye giden trenler gibi / İşçiler /
Almanya yolcusu işçiler / .. / Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlerde büyüyenler”
“Hüzün” bizim
yakamıza yapışmış bir talihsizliktir. Ne kadar sevinirsek sevinelim içimizde
bir yerlerde her zaman bir hüzün kıpırdar durur. Sevinçlerimizden bile tedirginlik duyan bir
ruha sahip olduğumuz doğrudur. “Dağılmış
pazaryerlerine benziyor şimdi istasyonlar / ve dağılmış Pazaryerlerine memleket
/ gelmiyor içimizden hüzünlenmek bile”
Hüznü yalnız insanın kendisi yaşamaz, yaşadığı şehir, sokak, pazaryerleri
ve istasyonlar da bir hüzün anıtı gibi önümüze çıkabilir, yeter ki yalnız kalınmasın.
Edip Cansever,
Yerçekimli Karanfil’in dillere düşmüş
dizelerinin ardından “Mendilimde Kan Sesleri” şiiriyle de anılacak bir şairdir.
Yaşarken içi kanayan bir halkın mendiline damlayan kanlar ancak dert yüklü bir
hüznün eseri olabilir. Cansever, yaşadığı topraklarla barışık bir şairdir.
İnsanı verem eden her derdin şahididir. Ahmet Abi’nin şahsında bütün bir
milletin şahit olduğu acılar her mendili kanatabilir. Hem de boğucu
öksürüklerle… “Ahmet Abi, güzelim bir mendil niye kanar / Diş değil, tırnak değil,
bir mendil niye kanar / Mendilimde kan sesleri.”
BİR EYLEM ADAMI; M. AKİF
İNAN
Mustafa UÇURUM
Öğretmen, dava adamı, gönül
insanı, Kudüs yürekli bir mütefekkir. Aslında bu liste uzayabilir. Hangi güzel
sıfatı sıralarsak sıralayalım M. Akif İnan’ı anlatmak için yerli yerinde bir
tanımlama olacaktır. Hayatı dopdolu yaşayan, zor zamanda konuşan, koşmanın
durmaktan hayırlı olduğunu söyleyerek elini taşın altına koymaktan çekinmeyen
bir yeniçağ dervişidir o.
Edip Cansever Mendilimde
Kan Sesleri şiirinin bir yerinde “İnsan yaşadığı yere benzer / o yerin
suyuna, o yerin toprağına benzer” der. İnsanların doğup büyüdükleri, fikir
dünyalarına şekil verdikleri mekânların çok önemli olduğuna bir göndermedir bu
dizeler. Şöyle bir bakacak olursak bunun ne kadar doğru olduğunu görebiliriz.
Memleketimizde öyle bereketli topraklar vardır ki havasından mıdır suyundan mı
bilinmez dağ gibi sağlam, nehirler gibi berrak yürekli adamlar yetiştirmiştir.
Mehmet Akif İnan, Şanlıurfa
doğumludur. Urfa ki memleketler içinde adıyla şanıyla hatırı sayılır bir
memleket toprağıdır. Akif İnan, Urfa’da doğmuştur ama Kahramanmaraş’tan da
epeyce nasiplenmiş biridir. Bir yanda “şanlı” bir yanda “kahraman” iki
memleketten bereketlenmiş Akif İnan’ın yaşamı boyunca duruşuyla dik,
muhabbetiyle gönüller fethetmesi olsa olsa Anadolu toprağından aldığı bu
berekettendir. Urfa’dan gönül hoşnutluğu, Maraş’tan da direnen bir
yürekle yola çıkmıştır M. Akif İnan.
İnsanın yaşadığı yer
elbette önemlidir. Hayatına şekil vermesinde bulunduğu mekânları
değerlendirmesi sağlam temel için sağlam harçtır ama kişinin kimlerle
bulunduğu, kimlerle yol arkadaşlığı ettiği de önemlidir. M. Akif İnan bu konuda
da oldukça şanslı bir kişidir. Maraş’taki sınıf arkadaşlarından sonra, önce
Necip Fazıl ile daha sonra da Nuri Pakdil ile tanışıp iki aksiyon insanının da
yakınında durarak yapacağı çalışmalara sıkı bir duruşla başlamıştır. Hatta bir
şiirinde “Anamı sorarsan Büyük Doğu'dur” diyerek Necip Fazıl’ın düşünce
dünyasının gelişimindeki etkisini açıkça ortaya koymuştur.
Lise yıllarında yazmaya
başlayan, daha sonra bu gayretini edebiyatımızın en önemli dergileri arasında
yer alan Edebiyat ve Mavera ile taçlandıran Akif İnan, bir insana nasip olacak
bir bahtiyarlığı yaşayarak her zaman yolu güzel insanlarla kesişmiştir.
Urfa’dan Maraş’a sürülen bir lise öğrencisi iken Maraş’ta öyle bir sınıfa düşer
ki sınıf arkadaşları; Alaaddin Özdenören, Rasim Özdenören ve Erdem Bayazıt’tır.
Nuri Pakdil’le Edebiyat
dergisini çıkarmış, daha sonra Mavera dergisinin kurucuları arasında yer
almıştır. Edebiyat ve Mavera dergileri bu topraklar üzerinde adları her zaman
hayırla yâd edilecek, bir neslin yetişmesinde çok önemli rolleri olan
dergilerdir. Akif İnan’ın hayat gayesinin başında insan yetiştirmek vardır.
Bunu güzel insanlarla birlikte olarak, güzel işlere öncülük ederek sağlamaya
çalışmıştır. Bir öğretmendir, asil görev olarak kendisine insan yetiştirmeyi
seçmesi de gayet normal bir eylemdir.
M. Akif İnan, duyarsızlığa
karşı dik duran, haksızlık karşısında sesini en gür sedadan çıkaran bir dava
adamıdır. “Her eylem yeniden diriltir beni” dizesi onun dava adamlığının bir
manifestosu olmuştur. Yıllar süren mücadelesini dergilerle, konferanslarla,
yazdıklarıyla perçinledikten sonra Eğitim Bir Sen’i kurarak mücadelesi için
daha sağlam bir zemin oluşturmuştur. Yaptığı her türlü çalışmanın temelinde
onun ; “Gel kurut bu çağın kargaşasını/ Seninle beklenen şimdi şafaktır”
dizesindeki çağrı yatmaktadır. Tek başına değil, örgütlü olarak hareket
etmektir başarılı olmanın sırrı.
Sessizliği seçenler, bir
kenarda duranlar, bana ne diyenler yenilgiyi baştan kabul edenlerdir. “Rüzgâr
mı asker mi biçti yolumu / Önünde kaç engel var ellerine” diyerek hiçbir engel
tanımamakla ancak ayağa kalkabilir insan. M. Akif İnan bu duyguları şiirinde
yüksek sesle söylediği gibi yaptığı her hamlede de sözlerine olan itimadını
güçlendirmiştir. Ondandır ki adının anıldığı her mecliste hayır dualar eksik
olmamaktadır.
..........................................................................................................................................................
KIRKLARA KARIŞAN ARİF NİHAT ASYA
Mustafa UÇURUM
“Bayrak şairi”
olarak anılmak herhalde bir şair için tarifi imkânsız bir mutluluktur. Arif
Nihat Asya için de öyleydi. Bayrak şairi olarak anılmaya başlanınca şu sözler
dökülür ağzından şairin: “Bu
şiir, bana ‘Bayrak Şairi’ denilmesine yol açtı ki, bu sıfat, benim için
altından dökülmüş bir İstiklal Madalyası kadar kıymetlidir.”
Bir gecede yazdığı ve bir daha hiç üzerinde düzeltme
yapmadığı Bayrak şiiri ile anılan Arif Nihat Asya’ya aynı zamanda “naatgû” da
desek hiçbir cümleyi incitmiş olmayız. “Seccaden kumlardı” dizelerinin ayak
sesi bile pervazlara konacak güvercinlerin, hû hûlara karışan aminlerin
sedasını taşır yüreklere. Peygamber sevgisinin en üst perdeden dile getirildiği
nadide şiirlerden bir tanesidir Arif Nihat Asya’nın naatı.
Sert görünümlü, sözünü esirgemeyen bir tavrı olsa da
Asya’nın sevdasını dizelere dökeceği zaman yüreği en munis halini alır ve
boynunu büker, teslimiyet makamına bürünür. Gittiği kapıdan boş dönmeyen bir
mürit hali onun hücrelerine kadar işlemiş bir yürek halidir. Çünkü o sevgiyi
yüreğinde hissederek yaşamış bir gönül erbabıdır.
“Perdelerden
taşırıp neyleri çığlık çığlık
Neyle
kundakladılar Hazret-i Mevlânâ'yı” derken içine dokunan neyin inlemesine
kaptırmıştır kendini. Bir Mevlevi sevdasıyla dergâha râm olunca dizeleri daha içten
içe çırpınmaya başlar, peygamber sevdasının bütün tezahürleri onun sözlerinde
ete kemiğe bürünür.
Değil insanlara yalnız ey çağ
Müjdeler hem yere hem eşyaya
Ki Muhammed gelecek dünyaya!
Yaptığından utanıp geçmişte
Şimdiden- şer inecek Gayya'ya
Sözüne
hikmet yükleyen Arif Nihat, hayatını da yazdığı gibi yaşamak isteyen adımlar
atmayı da ihmal etmemiştir yaşamı boyunca. Onun şiirinde hayat hikâyesini de
bulabiliyoruz. Yani yaşarken yazan, yazdığını yaşayan bir şair Arif
Nihat. 1933 yılında Üsküdar Mevlevihanesi’nin son şeyhi Ahmet Remzi
Akyürek’le tanışıp onunla içten bir münasebet kurar şair. Bundan sonraki
yaşamında ve şiirinde Mevlevi kültürünün izleri de görülmeye başlanır. Kubbe-i
Hadra kitabı Arif Nihat’taki bu değişimin tezahürü olan bir eseridir.
“Mısraları bahçem, sarayım, Mevlâna;
Kubbenden bir dilim, payım, Mevlâna!
Duydum: tanıdıklar soruyormuş yerimi,
Sen neredeysen ben oradayım, Mevlâna!”
Bir sevdanın şairidir Arif Nihat Asya. Onun
şiiri hayatının da aynasıdır. Yaşadığını yazar şiirinde, yaşamını ve sevda ile
bağlı olduklarını. Rubaiyyati Arif’te yer alan bir şiir şairin hayatından izler
de sunar bize.
Dal dal dolaşır bir kuşum, uçmuş yuvadan,
Yer yer buluşan yollara baktım havadan:
Gördüm: Bir ucum kök salıyorken Tokat’ta,
Gelmektedir, ey yol, bir ucum Tırnova’dan.”
Otobiyografik şiir diyebileceğimiz bu rubai şairin
hayatı hakkında da ipuçları verir bizlere. Aslında şairin bu üslubu edebiyat
tarihçilerinin de işini kolaylaştırmakta. Şairin en net kaynağı şiirleri olarak
duruyor karşımızda. Köklerinin Tokat’a ve Tırnova’ya kadar uzandığını
öğreniyoruz. Arif Nihat; baba tarafından Tokatlı, anne tarafından Tırnovalı bir
şair.
Tokat’a dört kez gidiyor şair. Köklerinin ardına düşme
arzusunun bir sonucu olarak görülmeli bu ziyaretler. En son ziyaretinden sonra
bir şiirle pekiştiriyor baba topraklarına olan bağlılığını. Tokad’ın Kırkları
adlı şiir, şairin gönül dünyasının hoş bir sedasını sunuyor bizlere. Ayrıca
şairin memleketine dair bir muhabbet göstergesi olarak da algılanmalı bu şiir.
Üçler, yediler, kırklar geleneğimizin ortak
paydalarındandır. Kerametleri ile masallara, destanlara, efsanelere ilham olan
üçler, yediler, kırklar asırlar boyunca bu topraklarla hürmet gören bir
maneviyata sahip. Arif Nihat Asya da Tokad’ın Kırkları şiirinde bu hikmete
gönderme yapıyor. Asıl selamı ise Kırk Kızlar’a. Sadece Tokat için değil
Tokat’tan başlayıp çevre illere kadar yayılan bir efsanenin adını anarak şair,
kendini de bu kerametin bir parçası olarak görmek istiyor.
“O tarafta Topçam'ın doruğunda Tek Mezar
Altında kırk kız yatar;
Yakınında kırk kıza
Ayna olan bir pınar…
Şurada beri tarafta Tokat’tan Haç Dağı’na
Tırmanan Kırk Badal var.
Kırk kız bulunan bir yanda, inip gitsen,
Tarihinden kalma Gök Medrese’ye kadar.”
Kırk Kızlar, Kırk Badal derken şairin içinde çırpınıp duran arzu
da şiirde dizelere dökülüyor:
“Birlik olup Tokad’a
Yerleşmiş belli kırklar.
Ki dediler: Seni de aramıza alalım
Ey Arif Nihat Asya, kal da kırk bir olalım”
Arif Nihat Asya kırklara karışmayı
gönülden isteyen bir Mevlevi ruha sahip. Kırklara karışıp orada kalmayı, oradan
gönüllere akmayı, gönüller yapmayı isteyen bir dervişane duruş var onun
yaşamında. Geçmişin görkeminde, tarihin huzurunda yaşamak isteyen bir gönül
onunki.
“Tarihlere, destanlara yol bulabilsem
Hiç durmadan düşünmeden geri giderim...
Buna şaşma ki geçmişte yaşamayı ben,
Gelecekte yaşamaya tercih ederim.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder