Hayatta her yazarın bir serüveni vardır. Sizin yazma serüveniniz nasıl başladı?
-İnsanın hayatına yön veren kişiler vardır. Benim de hayatımda böyle bir kişi vardı; öğretmenim. Orta ikinci sınıfta ilk şiirimi yazdım. Öğretmenim sayesinde oldu tabi ki. Genellikle bize şiirler ezberletirdi. Ben ilk olarak Sakarya Türküsü’nü ezberlemiştim. Daha sonra birçok şiir ezberledim. Öğretmenim bir gün benden ‘’Anne’’ konulu şiir yazmamı istedi. Şiir ezberleyip okuyan biri olarak daha önce aklıma hiç şiir yazmak gelmemişti. Çünkü bana göre şair demek çok eski zamanlarda yaşayan insanlar demekti. Cahit Sıtkı, Necip Fazıl, Orhan Veli, Yahya Kemal şiirlerini bildiğim şairlerdi ve hepsi de aramızdan ayrılmıştı. Ortaokulda olmamıza rağmen hocamız bunlardan bahsederdi.
Eve gittim, annemi nasıl
sevdiğimi kafamda canlandırmaya başladım. Bunları alt alta sıraladım. Ortaya
bir şiir çıktı. Şiiri yazdım, ertesi gün hocama verdim. Aldı, katladı, cebine
koydu, hiçbir şey söylemedi. Çok garip bir adamdı zaten. Ben bu şiiri öğretmenime
verdiğimi unutmuştum. Aradan bir ay geçtiğinde elinde bir kutu kitapla sınıfa geldi
öğretmenimiz. Kitapları masanın üzerine koydu ve kitapları bana hediye etti.
Hocam benim şiirimi bir çocuk dergisinin yarışmasına göndermiş ve o şiir
birinci olmuş. O kadar çok hoşuma gitti ki. Şiir yazdım, annemi anlattım, ödül
kazandım falan derken sonraki zamanlarda hocam benden farklı konularda şiirler
yazmamı istedi. Yazdığım şiirleri alır eleştirirdi, üzerlerinde karalamalar
yapardı. Nitekim ortaokuldaki hocam sayesinde şiir yazmaya başladım. Demek ki
dedim yaşayan insanlar da şiir yazabiliyormuş. Ortaokul sıralarında başladı
benim serüvenim.
‘’Şiir nedir?’’ diye bir soru sormak biraz abes durabilir. Şiirin ne olduğuyla alakalı sizin herhangi bir görüşünüz var mı? Şiir sizce nedir ve neyi karşılar?
-Aslında insan duygularını bir şekilde ifade edebilir. Bazen öyle olur ki mesela ben İtibar/Şubat sayısı için bir hikâye yazdım ‘’Bir Gün Döneceğiz Halep’’e adında. Masamın başına otururken kafamda o başlık altında şiir yazmak vardı. Ancak masamdan kalktığımda hikâye olarak tamamladım. İnsanın duygularının, belirli bir formata göre ifade tarzıdır şiir. Merkezinde “duygu” olan bir sesleniştir. Epik bir şiir yazıyorsak da duygu olmalı, pastoral bir şiir de yazıyorsak duygu olmalı içinde. Şiir, merkezde duygunun belirli formatlara göre ete kemiğe bürünmesidir bir diğer deyişle.
Eserlerinizde çocuklara verdiğiniz önem aşikâr. Peki, çocuklara verdiğiniz bu önem kendi çocukluk dönemlerinizle nasıl ilişkilendirilebilir ya da ortaokulda şiirler yazmaya başlayan biri olarak çocukluğunuz, şiirlerinizin, yazılarınızın yani edebiyatınızın neresinde?
-İnsanın en zengin zamanları çocukluğudur. Kime sorarsanız sorun çocukluğuna dönmek ister. Adamın boğazından sıcak ekmek geçmemiştir, geçtiyse de kuru ekmek soğan yemiştir belki ama özlüyordur o günleri. Çünkü çocukluk temiz bir zamandır. Kafanın pırıl pırıl olduğu, insanların huzur içinde yaşadığı en güzel vakitlerden biridir çocukluk. Bu yüzden yaşadığımız bu güzel vakitleri anlatmak istiyorum.
Benim de çocukluğum güzeldi.
Çocukluğumun neredeyse tamamı Sakarya’da geçti. Uçurtma uçurarak, misket
oynayarak ve sokakta arkadaşlarla oyun oynayarak, teknolojiden uzak bir
çocukluk yaşadık. Tek teknolojimiz televizyondu o da akşam yedide açılırdı.
Dopdolu bir çocukluk dönemi yaşayınca elbette ki materyalimiz zengin oldu. Bu
yüzden çocukluğumdan o kadar çok şey biriktirdim ki çocuklar çocukluğunu daha
güzel yaşasın diye Çocuklar Çocukluğunu
Bilsin diye şiirler yazdım. Çocukların gerçekten çocukluğunu bilmesi lazım.
Günümüze gelirsek dünyada çocukların çocukluklarının ellerinden alındığı bir
zamanda yaşıyoruz. Halep’e bakıyoruz çocuklar ölüyor. Dünyada savaş olduğu
zaman en çok çocuklar etkileniyor bundan. Biz çocuklara daha güzel bir dünya
bırakabilmeyi ancak güzel şiirlerle öykülerle anlatabiliriz. Bu yüzden ben
çocukları yazmayı çok önemsiyorum. Biz güzellikleri ancak yazarak
anlatabiliriz. Elimizdeki en büyük nimet budur bizim için.
Bir başka şairin de dediği gibi: ‘’ben öyle bilirim ki yaşamak / berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır’’ dizelerini yazan şair şunu da söylemiştir: ‘’Bize huzur verdiklerini söyleyenler bizlerden ne aldıklarını da söylesinler.’’ Peki, sizce bizden ne aldılar?
-Günümüz çocukları maddi ve manevi anlamda çok zengin. Anında ulaşabiliyorlar her şeye. Çocuklara en büyük tehlikeyi bunda yaptık aslında. Düşünüyorum da benim çocukken oyuncağım yoktu. Gidip de bir mağazadan oyuncak aldığımızı hiç hatırlamıyorum. Belki almışsa babam almıştır birkaç tane. Kendi oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. Ben uçurtma yapmayı çok severdim. Onun birçok hikayesini yazdım zaten. Bahçemizde avlumuz vardı. Arkadaşlarla kendi imkanlarımızla uçurtmalar yapardık. Şimdi çocuğa bir hediye alınıyor, aradan bir ay geçiyor ve yeni bir oyuncak üretiliyor. Çocuk bu sefer ona hevesleniyor. Doyumsuz bir hale geliyor çocuk. Büyükler için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Çocuk ortaokulda kullandığı telefonu lisede kullanmıyor arkadaşlarından utandığı için. Çocuklar mutlu gibi görünüyorlar ama mutsuzlar. Bizden özgürce yaşama ve oyunlar oynama hakkımız alındı. “Mış” gibi yaşayan kalabalıklar haline getirildik.
Sizin başucunuzda en çok hangi şairler yazarlar vardır? Bir başka deyişle en çok beslendiğiniz kaynaklardan bahseder misiniz?
-Edebiyat atölyesi diye bir şey var. Hoşuma giden bir durum bu. Çünkü artık şiirin, öykünün atölyeye ihtiyacı olduğunu anladılar. Yani eline her kalem alanın yazar olacağı bir serbestlik var. Bir yere söyleşiye gidiyorum. Bana öğrencilerden ‘’Kimleri okuyayım?’’ gibi sorular gelmiyor. Yazdıklarıma bakar mısınız diyor gençler. Ben kimseyi okumam diyen gruplar bile var. Okurlarsa etkileneceklermiş. Keşke etkilenseler. Keşke Sezai Karakoç’tan etkilenseler, İsmet Özel’den bir dize okusalar. O şiirler ile kendi şiirlerine bir baksalar bazı şeyleri belki anlayabilirler.
Ben Edip
Cansever’i çok severim Mendilimde Kan
Sesleri’ni çok çok severim. Memleketin haritasını çizen bir şiirdir o. Yerçekimli Karanfil’i çok severim. Edip
Cansever’in yanına Turgut Uyar’ı da koyarım. Sezai Karakoç ve İsmet Özel zaten
bende vardır. Necip Fazıl’ı da severim. Benim çok şairim var ama bu beş şairin
yeri ayrıdır bende.
Şu eser benim hayatımı özetler
dediğiniz eser ya da size paralel olan bir yazar var mı?
Mesela Mai
ve Siyah’ı çok severim. Baş karakteri Ahmet Cemil hayalleri olan bir genç. Mavi
düşler kurduğu bir akşam simsiyah gerçeklerle her şeyi bırakıp çeker gider.
Bizim de kafamızda düşler ve hayaller var ya o roman kahramanıyla kendimi çok
özdeşleştiririm. Çünkü bu şehirde yaşıyorum. Bu şehirden gitmeyi hiç
istemiyorum ve bu şehre bir şeyler yapmak istiyorum. Bu şehre bir anlam katmak
istiyorum. Mavi düşlerim zaman zaman siyaha boyansa da kalmayı tercih ediyorum
ben.
Şehir, şairi etkiler. Siz bir şair olarak Tokat gibi
güzide bir şehirden ne derece etkilendiniz? Eserlerinizde Tokat’ın yeri
neresidir?
-Öncelikle tarihten güç alıyoruz. Özellikle Evliya Çelebi bizim şehrimiz için ‘’Şairler yatağıdır.’’ demiş. Tokat’ımızın Yeşilırmak’ı var. Irmaklarla Büyüyen Çocuk kitabımdaki ırmak Yeşilırmak’tan başlar.
Mevlana ‘’Tokat’a gitmek gerek.’’ diyerek bize bir paye biçtiyse, diğer taraftan Evliya Çelebi ‘’Tokat alimler yurdu, fazıllar konağı, şairler yatağıdır.’’ dediyse biz bu gücü kullanmak zorundayız.
Tokat’ın havası, suyu her
karışı benden bir parça. Tarih damlayan sokaklarından şiirler, öyküler
topluyorum. Nefes alıyorum, nefes aldırıyorum cümlelerime.
Her şairin bir ‘’BEN’’ kavramı vardır. Bu ben kavramı sizde neyi çağrıştırır? Mesela İsmet Özel’de ‘’BEN’’ kavramı Türkiye’yi çağrıştırır. Sizin şiirlerinizde bu kavram nereyi kendine yer edinir?
-İnsan yaşadığı çağ ile birlikte yaşar. Eğer çağdan kopuk biriyse yazdıkları ile yaşadıkları birbiriyle tamamen çelişir. Dergilerimizi ben bu yüzden önemserim. Ben ilk şiirlerime baktığımda ‘’BEN’’ dediğim kişi çok yalnızdı. İlk kitabımın adı ‘’Tenhalayın Kalbimi’’oldu. İkinci kitabımın adı ‘’Dünya Telaşı’’. Baktım ki yalnız kalacak zaman değil, çok olmalı, gür çıkmalı sesler. Sabahtan akşama kadar yaşam telaşı. Bu telaşla birlikte kendimizi ihmal ediyoruz. Telaş, dünyanın en ücra köşesindeki bir mazlumun uğradığı zulmü görmemizi engelliyor. Yanıbaşımızdakini zaten göremiyoruz. Dünya Telaşı ile bireysellikten toplumsallığa doğru yönelmeye başladım şiir olarak ve dedim ki sesim toplumla birlikte çıkmalı. Bu biraz da yaşla alakalı. Son şiirimin adı da ‘’Konuştukça Memleket’’ Neden, çünkü konuştukça her şey daha güzel olacak.
Mustafa Uçurum şiiri denecekse
memleket densin yanı başına. Türkiye vurgusunu her fırsatta dile getirmek lazım artık. Çünkü Türkiye, Dünya’da herkesin
gözü olduğu, herkesin bir an önce yok etmeye çalıştığı bir coğrafyadır. Bu
topraklara herkes bir şekilde sahip çıkacaksa biz de yazdıklarımızla sahip
çıkmak zorundayız. Yani ben dünya zulümle savrulurken gidip de aşk şiirleri
yazamam. Varsın onları başkaları yazsın.
İçinde bulunduğumuz dönem çok karmaşık bir dönem. Dünya çok hızlı değişiyor. Sizce içinde bulunduğumuz bu dönem edebiyat dünyasında bir kuşak meydana gelir mi? Bir kuşağın meydana gelmesine gerek var mı?
-Bence bu zamandan sonra bir kuşak kolay kolay meydana gelmez. Doksan kuşağı belki bizim için yakıştırılabilir ama edebiyat dünyası için bu iş bitti. Değişen dünyayla birlikte bu iş bireyselleşmeyle gidiyor. Bir şeyler oluşuyorsa bu dergiler etrafında olabilir.
Belki uzun yıllar sonra bu
zamanlar bir isim verilerek hatırlanır ama şuan için bir isim vermek erken.
Bazı filmler vardır ve o filmler kimini şiire başlatır, kiminin hayatına yön verir. Sizin için hayatınızda önem arz eden film nedir?
-Aklıma gelen bir film var ama aslında tiyatro eseridir o; Reis Bey. Necip Fazıl’ın en önemli eseridir o. Bunun dışında İran sineması benim için önemlidir. Neredesin Süperman, Cennetin Rengi gibi filmler. Hint sinemasında Aamir Khan filmlerini severim. Bu tarz filmler yaşadığımız çağdan bir anlık için de olsa uzaklaştırır beni.
Yazma işinde müziğin de yeri vardır. Yazarken siz ne tarz müzikten beslenirsiniz?
-Lise yıllarımdan beri Müslüm Gürses dinlerim. Arabesk müzik; bir duruşu yaşam tarzını ifade ettiği için önemlidir. Müslüm Gürses hayata karşı duruşu olan bir sanatçıydı. Sanatçı sıradan olmaz. Sıradan olursa kalıcı olmaz.
Her yazarın bir çalışma disiplini vardır. Siz çalışma disiplininizden biraz bahseder misiniz?
Çalışmalarınızda önem arz eden kriterleriniz nelerdir?
-Benim için önemli olan şiirlerin, öykülerin, köşe yazılarının kafamda yer edinmesidir. Dizeleri yazmadan kafamda gezdiririm. Aradan zaman geçer dizeler yerleşir. Ben eve iş götüren biri değilim. Yazma işini okulda yaparım. Biraz da kurulu düzeni seviyorum. Şiir için ilham denen şeye pek inanmam. Şiir gelir, ete kemiğe bürünür, sonra ben şiiri defalarca okurum, içime sindiği an şiir tamamlanır.
Deneme yazmak için
oturduğum zaman bir bakmışım cümleler öyküye dönmüş. Çünkü hepsi ile birlikte
çalışıyorsanız bu tarz gidiş gelişler olabilir. Gazete yazıları için işimi her
zaman son dakikaya bırakırım. Çünkü malumdur ki ülkede gündem her an
değişebiliyor.
Mustafa Uçurum: Çocukluğum Bir Cennetti
Sorular: Vural Kaya
Çocukluğunuzu anlatmanızı rica etsek neler söylersiniz?
Çocukluğumu hakkıyla
yaşadım diyebilirim. Çocukluğun çocukluk olduğu zamanlardı bizimkisi. Sokak
oyunları, bir uçurtmanın arkasına takılıp nefes nefese kalmak, bir misketin
yuvarlanarak gitmesini dünyanın en güzel oyunu olarak görmek, gazoz kapakları
ve ev oyunları. Mahalle arkadaşlarım vardı. Her şeyi paylaştığımız, hep
birlikte olduğumuz.
Evde durmayı pek sevmezdim.
Geç saatlere kadar uyumayı da... Hafta sonları annem evden çıkmayayım diye
kapıyı kilitlerdi. Çünkü dışarı çıktığımda yol beni nereye götürürse oraya
gitmek isterdim. Ben yine de erkenden kalkıp, camdan atlayıp çıkardım dışarı.
Dağ, bayır demeden gezerdik arkadaşlarla.
Evimizde televizyon yoktu.
Televizyon olan komşulara gitmek için annemize saatlerce dil dökerdik. Bir saat
izlediğimiz filmin hayalini günlerce içimizde yaşardık.
Mahalle,
komşu, arkadaş gibi kavramların iç içe olduğu zamanlarda yaşadım çocukluğumu.
İçimde büyüyen bütün zenginlikler hep o zamanlardan kalma.
Çocukluğunuzda sizi okumaya sevk eden âmiller neler?
Babam çok kitap alırdı. Biz
evdeki çocuklar olarak hemen okurduk kitapları. Annem ve anneannem de benden
kitap dinlemeyi severlerdi. Onlar işini yaparken ben de onlara büyük bir
keyifle kitaplar okurdum. Onlar sanki bir film izler gibi heyecanla beni
dinlerdi. Onların bu heyecanı beni de coştururdu. Yüzlerce kitap okumuştum
onlara. Kitapları sesli okuduğum için de okumam çok güzeldi. Okulda öğretmenim
de bir şey okunacağı zaman hemen bana okuturdu.
Kitaplarla böyle yakın
durdukça okumaya olan şevkim hiç sönmedi. Ben de kitapların bir kahramanı
saydım kendimi. Okumamın güzel olmasından dolayı sürekli takdir edilmem beni
daha çok okumaya teşvik etti. Bayramlarda okulda kadrolu şiir okuyucusuydum.
Ortaokulda da aynı ilgi
devam etti. Okumanın yanına yazmayı da koyunca daha bir sıkı sarıldım kitaplara.
Çocukluğunuzda edebiyatçı/sanatçı olmanıza sebep neler var? Mesela
nine-dede-anne-baba yahut da sosyal ortamda etkilendiğiniz büyükleriniz?..
Onların sizi okuma ve yazmaya sevk eden halleri var mıydı; neler ve kimlerdi?
Elimden kitap eksik
olmazdı. Bu da çevrem tarafından beğenilir, takdir edilirdi. Bu da benim hoşuma
gidiyordu. Dedem Muzaffer İzgü’nün Ökkeş serisine hayrandı. Onu hem kendi
okurdu hem de bana okuturdu. Öğretmenimizin bir konu işleneceği zaman konuyu
önce bana okutması da benim için çok büyük bir mükâfat olurdu.
Yaşadığımız şehir
Sakarya’ydı. Ortaokul öğretmenimiz Sakarya Türküsü şiirini bize ezberletmişti. Necip
Fazıl ismine o zamanlardan aşina olmaya başlamıştım. Üstad da yeni rahmetli
olmuştu. Öğretmenlerimiz sık sık onun adını anardı derslerde.
Sait Faik’in adı şehirde
birçok yerde vardı. Cadde, sokak, okul. Bu anlamda Sakarya’nın; okur-yazar
olmamda etkisi büyüktür.
Ortaokulda Türkçe
öğretmenim benden şiir yazmamı istemişti. Ben de anneme bir şiir yazmıştım. Bir
yarışmaya göndermiş öğretmenim şiirimi. Orada birinci olmuştum. Hediye olarak
bir sürü kitap geldi bana. Bir de öğretmenim beni kütüphane sorumlusu yapmıştı.
Zamanınım çoğu kitapların arasında geçiyordu. Bu da beni yazmaya ve okumaya
yaklaştıran en önemli etkenlerdendi.
Çocukluk oyunlarınız, oyuncaklarınızı konuşalım biraz da.
Oyuncak satın almak gibi
bir şey yoktu hayatımızda. Oyunlarımız da oyuncaklarımız da doğaldı. Yani gazoz
kapakları toplardık her yerden. Onlarla oyunlar oynardık. Kibrit kutuları
vardı. Onların üzerinde Hacivat, Karagöz, Beberuhi resimleri olurdu. Onları
toplardık. Onlarla kâğıt oyunları oynardık.
Evimizin çevresi hep
arsaydı. Apartman neredeyse hiç yoktu. Bulduğumuz bir topla saatlerce koşar
dururduk topun peşinde. Kimse kaleci olmak istemezdi. Herkesin hayali en güzel
golü atmaktı.
Benim bitmek bilmez oyunum
uçurtmalardı. Önce kendime, sonra bütün arkadaşlara uçurtma yapar, salardık uçurtmalarımızı
masmavi göğe.
Yuvarlak, pembe tüyleri
olan dikenler olurdu tarlalarda. Onları tekerlek yapardık, arabamız olurdu
böylelikle. Yarışlar yapardık hepimizin kazandığı.
İlk okuduğunuz çocuk eserleri, okuma arkadaşlıklarınız?..
Muzaffer İzgü, Kemalettin
Tuğcu, Cahit Zarifoğlu’nun bütün kitaplarını ilkokul ve ortaokul sıralarında
okudum. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Çocuk Ve Allah kitabı ilk okuduğum çocuk
şiirlerindendir. Ömer Seyfettin’in hikâyelerini ezberlercesine okurdum. Binbir
Gece Masalları ve Dede Korkut Hikâyeleri sürekli elimin altındaydı.
Çocukken şair-yazar olmayı hayal eder miydiniz?
Bir şeyler yazmak, not
düşmek hep hayalimdi. Öğretmenimin hediye ettiği günlük ile ilk notlarımı
düşmeye başlamıştım. İyi ki günlük tutmaya başlamışım diyorum. Elim, zihnim hiç
tembel olmadı. Her gün yaşadıklarıma dair notlar tutmam beni cümlelere dost
etti.
Güzel hikâye ve şiirler
okudukça “Keşke ben de bunlar gibi yazabilsem.” dediğim olurdu. İlk yazdığım
şiirleri anneme okurdum. Annem de hep “Sen büyüyünce şair olacaksın.” derdi.
Buna inanamasam bile annemin sözü hoşuma giderdi.
O günlerden bakıldığında çocuk edebiyatına emek veriyor oluşunuzla bunu
irtibatlandırsak, ne düşünürsünüz, ne söylersiniz?
Çocukluk yıllarında
okuduğum her şeyin bana katkısı olmuş. Zengin, yer yer fantastik bir dünya
kurmuşum kendime.
Çocukluğumu dolu dolu
yaşamış olmam da anlatacağım hikâyelerin alt yapısını oluşturmuş. Çocukluk bir
kişinin hayatının cevheridir. O zamanlar ne yaşadıysanız gün geliyor önünüze
çıkıyor yaşananlar. Ben de yazdıklarımda çocukluğumun rengini görüyorum.
Çocuk okurlarınızdan gelen tepkiler ne yönde ve sizi nasıl etkilemekte?
Onları çok seviyorum. Çünkü
onlar bana yön veriyor. O kadar dikkatliler ki. Hiçbir şey gözlerinden
kaçmıyor. Satır satır okuyup hece hece size aktarıyorlar duygularını.
Söyleşilerde en çok da onları konuşturuyorum. Onlar her şeye bizden çok farklı
bakıyor.
Şiirlerimi çok seviyor
çocuklar. “Hemen ezberleniyor.” diyorlar. Söyleşinin başında kitabı eline alıp
sonunda “Ben şiir ezberledim.” deyip sahnede şiiri okuyan minik yüreklere şahit
oldum ben. Onların bu ilgisi de beni daha güzel eserler yazmaya teşvik ediyor.
Günümüz çocuk edebiyatı ürünlerine bakışınız nedir? Çocuk kitapları
dünyasının da popüler çılgınlığın önünde akıntıya kapıldığını söylemek mümkün
mü sizce?
Günümüzde çocuk edebiyatı
çok renkli. Aynı zamanda büyük bir hareketlilik var çocuk edebiyatında.
Fuarların en gözde mekânları çocuk eserlerine ayrılıyor. Böyle de olması
gerekiyor zaten. Çünkü çocukları teknolojiden alıp kitaplara çağırmak büyük
maharet istiyor. Yayınevleri albenisi yüksek eserlerle bunu başarıyorlar.
Popüler olana meyletse de
çocuk edebiyatı, birçok sağlam yazar ve yayınevinin çocuklara dair sıkı
projeler ile eserler ortaya koyması, umut vadeden çalışmalar olarak göz
dolduruyor.
Son olarak çocuk ve genç okurlarımıza ne söylemek istersiniz?
Okumak dünyanın en büyük
zenginliği. Artık kitaba ulaşmak daha kolay. Çocuklar okudukça zihinlerinin
açıldığını fark edecekler. Okumayı alışkanlık haline getirmek gerek. Temel
ihtiyaç gibi. Günde hiç olmazsa on sayfa kitap okumayı kendine temel ihtiyaç
olarak belirleyen birisi, kısa sürede görecek ki birçok şey değişmeye başlamış.
Cümleleri, hayata bakışı, okuması, yorum gücü daha da zenginleşmiş.
Kitaplara sımsıkı tutunun
çünkü kitaplar kimseyi yarı yolda bırakmaz.
Mustafa Uçurum- Hüseyin
Akın söyleşisi
Mustafa Uçurum: Şiir, deneme, köşe yazıları derken
geniş bir yelpazede devam ediyor yazma serüveniniz. Bu çeşitliliğin size ne tür
kazanımları oluyor? Bu türlerden en çok hangisini kendinize yakın
hissediyorsunuz?
Hüseyin Akın:
İki tür ânların yazarıyım: Şiirin bana kendini yazdırdığı anlar ve şiirin bana
kendini bana yazdırmadığı anlar. Şiiri kendini yazmaya ikna ettiğim anlar
oldukça sınırlıdır. Konuşmak sadece şiir yazmak olsaydı hayatımın çok büyük bir
kısmı susmakla geçerdi. Şairin kendine doğru konuşmasına şiir diyorsak eğer,
muhatabına doğru konuşmasına düzyazı diyebiliriz. Yaşanan vaka ve durumların
her birini şiirle ifade edecek güçte olmadığımıza göre günlük hayatımızı verili
dil olan nesirle yaşamak zorundayız. Şiirin yanı sıra denemeler ve öyküler
yazıyorum. Köşe yazarlığım var. Bunları kendi halimce konuşmalarım olarak kabul
ediyorum. Denemelerim karakteri ben olan metinlerdir. Şiirlerden artan
malzemeleri denemelerde değerlendiriyorum. Şiirimin atık değil artık
malzemeleridir denemelerim. Çoğu şiirle birlikte düşünme egzersizleridir. Din,
siyaset, eğitim, iktisat gibi birçok konuya şiirle dokunuş yaptığınızda tesir
gücü daha bir başka oluyor. Elbette asıl olan şiirdir. Şiir yazdıklarımın,
nesir ise yazamadıklarımın bir toplamıdır.
Hüseyin Akın: Mustafa Uçurum bir şair olarak bulunduğu yerden memnun mu? Hiç yerini yadırgadığı oluyor mu? Ülke, dünya, Tokat, Öğretmenlik….Artık hangisini anlıyorsan.
Mustafa Uçurum:
Yaşadığım yerin yerlisi olmayı severim. Eğreti olan hiçbir şeyden
hazzetmiyorum. Yani gelip geçici değil, kalıcı olmak için yaşıyorum. Yaşadığım
şehir Tokat’ın hakkını vermek için her köşesini adım adım yaşıyorum. Havasını
ciğerlerime kadar sürekli çekerim. Mesleğime çok bağlıyım. Tam benlik işmiş
diyorum sürekli. Çocuk cıvıltıları ruhumu doyuruyor. Edebiyatla olan bağlarımı
sıkı tutuyorum. Hatırı sayılır dergilerde yazarak işimi ne kadar ciddiye
aldığımı göstermiş oluyorum. Şükür ki yadırgadığım bir yanım yok. Zaten bu
dünyada gün sayan faniler olduğumuz için de üzerinde durmuyorum öyle her şeyin.
İyi olsun, candan olsun istiyorum ne yapıyorsam.
Mustafa Uçurum: Yazmak bir dil işçiliğidir. Aynı
zamanda gücünü zihni kıvraklıktan da alır yazılan her satır. Bunu başarmak
kişiyi bir adım öne çıkarıyor yaşadığımız çağın aydınlanmış gençlerini
düşününce. Sizin yazdığınız her ne olursa olsun zihin sürekli açık olmalı ki
cümlelerin alt yapısındaki biraz nükte biraz da ince göndermeleri görebilsin
okuyucu. Peki, Bu tarz bir yol izleyerek okuyucuya bir mesaj mı vermeyi
hedefliyorsun hocam?
Hüseyin Akın:
Ben yazarken hiçbir hedef gözetmem. Ne isem odur. Yani dışarıya o sızar içeride
ne varsa. Yazdıklarım niyetimden bağımsız olmadığı için ayrıca bir hedef
gözetmeye gerek kalmıyor. Okuyucu buradan şunu alsın, bunu devşirsin diye bir
tasarımım hiç olmadı. Okuyucu bende kendine ait ne buluyorsa onu alsın yeter.
Samimiyetim samimi niyetimdir. Nükte benim metinlerimde dışarıdan monte edilen,
ya da zorla kolajlanan bir unsur değildir. Dilin mizacımla kurduğu uyumlu
diyalogun bir neticesidir. Ben olaylara mizahi bakmayı seven bir yazıya
sahibim. Zekâm sanırım birazcık ironik zekâ. Meseleleri o minval üzere
kavramaya yatkınlığım vardır. Yazarken kendimi kasmamaya gayret ediyorum. Bu
gayretimde bir gerilim yok. Yolda yürümek gibi bir şey. Yürürken adımlarını
nasıl gözetlemiyorsam, yazarken de kendimi hayatın akışkanlığına bırakarak, bir
denetime tabi tutmuyorum. Dil bende bir işçilik değil sanattır.
Hüseyin Akın: Çocuk şiirleri yazmak –çocuklara dair yazmak- dinlendirici olmalı ki son zamanlarda bu tür kitaplara yöneldin. Senin için sığınak mı çocuklara dair yazmak?
Mustafa Uçurum:
Hayatımın başköşesini çocuklara ayırıyorum. Kendi çocuklarımdan başlayarak
nerede bir çocuk gülüşü görsem dizelerden bir demet yapmak geliyor içimden.
Hayatımın tadı tuzu çocuklar olunca da baktım ki cümleler beni onlara doğru
götürmeye başlamış bile. Çocuklar için şiirler, hikâyeler, masallar yazmak ve
onlara cümlelerden kurulu bir köprü ile ulaşmak yıkılmaz bağlar kuruyor
aramızda. Hayat gibi görüyorum ben çocuklara dair her şeyi. Yorgunluğumu nasıl
ki oğlumla kızımla atıyorum, okulda çocukların arasında huzura kavuşuyorum,
çocuklar için yazarken de aynı huzur ikliminde buluyorum kendimi.
Ve
emeğinizin karşılığını çocuklardan daha net alıyorsunuz. Bir çocuk ansızın
yolunuzu kesip sizden bir şiir okuyabiliyor dünyalara bedel bir içtenlikle. Bu
da sözün bittiği yer olarak gönül dünyamızdaki kayıtlara geçiyor.
Mustafa uçurum: Ateistler için yazdığınız bir
kitabınız var; Ateistler için Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi. Bu kitaptaki hedef
kitleniz sadece ateistler miydi? Ya da hangi amaç size bu kitabı yazmaya sevk
etti?
Hüseyin Akın:
Bu eski bir kitap. On yılı aştı. Kendi öz yurdunda İslami kültürden yoksun
yetişmiş, bilmediğine düşman kesilmiş cins ateistler için bir el kitabı olsun istedim.
Onları örselemeden, tahkir etmeden, kendi çelişkilerine gülmelerini
sağlayabilir miyim diye düşündüm. Ders kitabı formatlarında hazırladım kitabı.
Alışıldık din kitaplarına hiç benzemediği için çok ilgi gördü. Din dilinin
statik yapısını güncelle biraz hareketlendirmek istedim. Kendi kültürüne
yabancılaşmış aydınların dramını, tarjikomik hallerini ortaya koymaktı
maksadım. Özellikle gençleri, onların nev-zuhur dillerini kullanarak otokritiğe
davet eden bir kitap çıktı ortaya. Sadece ateistler değil, din konusunda kıt
bilgiye sahip olanlar da bu kitap sayesinde kendileriyle yüzleşme imkânı
buldular. Dini meseleler edebi dil kullanarak sunulmalı insanlara. Din dili
aktüel hayatın dili ile uyum içerisinde olmalı. Kitap çıktıktan sonra çok iyi
geri dönüşümler aldım. Ateist olduğunu söyleyen insanların dönüşümlerine hatırı
sayılır oranda katkısı olduğunu gördüm ve bu beni ziyadesiyle mutlu etti.
Hüseyin Akın: Taşrada olmak nasıl bir duyguyu besliyor? Taşrada olduğuna kani misin? Geçinebiliyor musun oradaki edebiyat ortamlarıyla?
Mustafa Uçurum:
Bunun cevabını verirken bir savunma psikolojisi değil yapmak istediğim. Durum
şudur ki taşrada olmak tam bana göreymiş diyebilirim. Ruh halim beni buna
itiyor gibi anlaşılmasın. Huzur iklimi olarak görüyorum taşrayı. Ruhum, bedenim
çok hırpalanmıyor taşrada. Kendine vakit
ayırmak denen büyük şehir insanları için ütopik bir hayali ben hep dopdolu
yaşıyorum. Kendimle baş başayım. Okumak, yazmak, yürümek, dinlenmek gibi özel
anları ben taşranın bana sunduğu nimetler olarak görüyorum. Elbette küçük
şehirlerin büyük hesapları oluyor. İnsanlarla çok fazla yüz yüze gelmek zorunda
kalıyorsunuz. Yaşadığım şehirde de edebiyat adına bir şeyler yapmak isteyen
gruplar var. Fakat dünyalarımız çok farklı. Dergiler dedik, edebiyatın kalbi
dedik. Dergilerle irtibatı olmayan, kendi dergisi dışındaki dünyadan bîhaber
olanlarla ortak paydalarda buluşmamız çok da mümkün görünmüyor. Küçük bir
şehirdeyseniz ve aynı pencereden dünyaya baktığınız bir kişi varsa yanınızda
çok da kalabalığa ihtiyaç duymuyorsunuz. Benim de sıkı bir dostum var yanımda
ve onunla yaşadığımız şehri önce kendimiz için sonra da şehirde yaşayan herkes
için daha anlamlı kılmak için güzel işlere imza atmaya çalışıyoruz.
Mustafa Uçurum: İran’da şiir programına katıldınız.
Hatta Hamaney’le de görüştünüz. Bu programlar sizdeki İran algısında bir
değişime yol açtı mı? İran, Türkiye’den göründüğünden farklı bir ülke mi?
Hamaney’in şiirle olan muhabbeti hangi kıvamdaydı?
Hüseyin Akın: Ramazan ayında İran’a bir dizi şiir
programı için çağrıldık. Bu çağrı çok hayırlı oldu. Bu vesileyle İran’lı
şairlerin ve edebiyatseverlerin Türk Edebiyatı’nı daha yakından tanımaları için
fırsat yakalamış olduk. İran’da Nazım Hikmet ve Aziz Nesin’in dışında bir de
Orhan Pamuk’u sayarsak başka bir edebiyatçının adı anılmıyor Türkiye’den. Yunus
Emre’den Sezai Karakoç’a uzanan sahih edebiyat halkasını tanıtma ve anlatma
imkânımız oldu. Türk Edebiyatı’nı öğrenme konusunda İranlı şairleri çok istekli
gördüm. İran’ın dini lideri Ayetullah Hamaney’in iftar davetine şairler olarak
icabet ettik. Fasça şiirlerin okunduğu programda Müslümanların birlik
beraberlik vurgusu daha çok dile getirildi. Hamaney her mezhepten Müslümanlara
kardeşlik mesajı verdi. İran konusunda hususi bir algım yoktu ki değişen bir
algım olsun. Misafir olarak davet edilmiştik. Olması gereken nezaket içerisinde
karşıladılar. Sanat ve edebiyatta gerçekten diğer Müslüman ülkelerle mukayese
edilmeyecek denli ilerideler. Bizim buradan baktığımız şekilde bir ülke değil
İran. Övgüde de yergide de abartı ve mesnetsizlik olduğunu fark ediyorsunuz.
Hameney’in şiire olan ilgisi ve vukufiyeti biz şairleri şaşırtacak denliydi.
Okunan şiirlerin şiirsel değerleri ve düzeyi ile ilgili poetik tahlil ve
değerlendirmelerde bulundu. Zaten kendisi de şiire uzak birisi değil.
Entelektüel çapta yapıtları olduğu biliniyor.
Hüseyin Akın: Son zamanlarda İslami kesimde “müşterek edebi iddia”tükendi gibi. Yani sanki artık kimse edebiyatı davayı savunma sanatı gibi görmüyor. Edebiyatta hızlı bir bireyselleşme mi var yoksa Türkiye bir yerlere doğru mu gidiyor?
Mustafa Uçurum:
Bu sadece edebiyatta değil hayatın her alanında karşımıza çıkıyor. Herkesin bir
“kendisi” var ve dünyayı kendi etrafında dönüyor sanıyor böyleleri. Edebiyata
bir dava gözüyle bakan kaç kişi kaldı ki.
Bir yarış ve hırsın içinde devinip duranların bir iddiası varsa bile bu
da kendi dünyasını geliştirme hırsından başka bir şey değil. Ekip ruhundan,
ortak hareket etmek denen sıkı duruşlardan pek de eser kalmadı. Kalemler
toplumdan çok bireye yönelirse ortaya çıkan sonuç da bundan farklı bir şey
olmayacaktır. Fikirlerin çarpışmalarından daha çok egolar birbirine giriyor.
Kazananı olmayan bir savaşın ortasında ne samimiyet kalıyor ne dostluk ne de
dava.
Mustafa Uçurum: Ülkenin gidişatına şair
dili ne söyler?
Hüseyin Akın:
Ülkenin gidişatına şair dili rehberlik etmelidir. Politik dilin açtığı yaraları
poetik dil iyileştirebilir ancak. Ne yazık ki şairlerin dili de artık savaşları
bitirmek yerine başlar kestiriyor. Birbirlerine karşı kullandıkları dile
bakarsak şairlerin dilleri testere gibi. Ülkenin gidişatına olumlu etki
edebilecek mukavemete sahip değil. Birbirimizi anlamaya ihtiyacımız var. Bunun
için de hep bir ağızdan konuşacağımıza teker teker sussak daha iyi olur. Dil,
kelimeler ve konuşma anlaşmaya bir katkı sağlamıyor. Bilakis konuştukça
anlaşamıyoruz. Yüreği olmayanın dili olmaz. Önce sevgiyi dilden gönle rucu
ettirmemiz lazım. Birbirimizi gerçekten sevmiyoruz. İnanç birliği sevgi
birliğine katkı sağlamıyor.
Hüseyin Akın: Peki, sen ne söylemek
istersin ülke gündemi ve şair duruşu ile ilgili olarak?
Mustafa
Uçurum: Şair; birebir çağının tanığı gibi, bir tarih
yazıcısı gibi hareket etmemeli ama çağından da tamamen kopuk olmamalı diye
düşünüyorum. Yıllar sonra bizlerin şiirlerine bir yerlerde rastlayacak birileri,
bizim yaşadığımız dönemde ne olup bittiğinden az çok haberdar olabilmeli şiirimizi
okuyunca. Bir dize bir mısra çok şey anlatır bazen.
Bir de sizin
sözlerinize katılmamak mümkün değil. Edebiyat, sanat, şiir, dostluk, kardeşlik
gibi kavramlar birbirine ne kadar yakışıyor uzaktan bakınca. Fakat yaklaştıkça
toz duman kaplıyor her yanı. Bakıyoruz ki günübirlik tartışmalar edebiyat
gündemini meşgul etmeye çalışıyor. Nitelik tartışması değil bunların hiçbiri. Savaş
baltalarıyla şiir yontmak hiç değil. Yürek yıkmak sadece. Ülke gündemini, dünya
gündemini, edebiyat gündemini konuşmak varken bel altından vurarak yer kapmaya
çalışmak kimseye bir fayda sağlamayacak. Zaten ülke olarak en dar geçitlerle
sınandığımız zamanlardayız. Birlik, beraberlik sözlerini fazla eskitmeden
hayata geçirmek gerek.
Mustafa Uçurum. Bu, yarası derin bir mevzu ama
sormasam olmaz. Adınız sürekli dergilerle anıldı. Bazen derginin her şeyi,
bazen omuz vereni, çokça da yazarı ve şairi olarak dergilerle bağınızı hep
yakın tuttunuz. Bir dergi neden çıkar ve neden kapanır hocam?
Hüseyin Akın:
Dergilerin mektep olduğu zamanlar vardır. Şimdi dergiler çok azı müstesna bu
misyonunu kaybetmek üzere. Ben iyimserliğimi koruyarak mektep anlayışının devam
edebileceği sanısıyla çeşitli dergilerin içerisinde bulundum. Mutfağında yer
aldıklarım oldu. Netice hiç hayal ettiğim şekilde zuhur etmedi. Ben edebiyat
dergilerinin bir ses korosu, bir kolektif heyecan olarak görmüşümdür. Ne zaman
ki bu kolektif heyecan kaybolur, o zaman her şey enaniyet ve kaprisler
tarafından yönetilmeye başlanır. Ne yalan şöyleyim, ne zaman bir derginin
kapandığı haberini duysam sevinirim ve ne vakit bir derginin çıkacağı haberini
işitsem üzülüp kaygılanırım. Çünkü bütün bu çıkışlar ümmetin çocuklarının
sözcükler vasıtasıyla daha çok parçalanıp savrulmasından başka bir şeye
yaramıyor. Edebiyat dergiciliği bir geleneğe yaslanmalıdır. Köklü ve kurumsal
olmalıdır. Aksi taktirde kıt imkanlarla baş başa kalan gençler imkan
bulamadıkları zaman birbirlerini yemeye başlarlar. Bir derginin istikrarını ne
bozar, ya da bir dergi neden kapanır ve nasıl kapanır? Şayet bir dergi
beklenenin üzerinde satıyor ve işler beklenenin üstünde iyi gidiyorsa o dergi
batar. Aynı şekilde bir dergide işler beklenenin üzerinde kötü gidiyorsa o
dergi yine batar. Birincisinde paylaşım ve rol dağılımı kargaşası vardır; zira
ortada bir şeyler vardır. İkincisinde ise enkaz ve başarısızlık vardır. Herkes bu başarısızlığın sebebini birbirine yüklemek
ister. Kimse sorumluluğa yaklaşmaz. Bir derginin istikrarı vasatını korumasıyla
mümkündür.
Mustafa Uçurum: Aynı konuya devamla hocam; birçok dergi ile şimdilerde yakın bağınız var. Fakat biliyorum ki Dergâh dergisi ile bağınız daha güçlü. Dergâh dergisinin sizin ve günümüz edebiyat çevresindeki karşılığı hakkında neler söylemek istersiniz?
Hüseyin Akın:
Ben Dergâh dergisini iyi başlamış, iyi bir seyir takip etmiş ve iyinin peşini
bırakmamış bir dergi olarak görüyorum. Geleneği, edebi ve erkânı var. Yani bu
dergâhtan eğri odun geçemiyor. Şiirin iç tutarlılığı ve bütünlüğü kadar şairin
iç ahengi ve hayat kaynakları ile barışıklığı da önem taşıyor bu dergâhta.
Mustafa Kutlu en zor zamanlarda bile bu kaynağın kurumaması için gençlere
refakat etmiştir. Her şey biter dergâh kalır. Herkes gider bu kubbede bıraktığı
hoş seda kalır. Geriye dönüp baktığımızda –Dergâh dergisinin eski sayılarında-
bu hoş sedayı en güçlü şekilde görebiliyoruz. Edebi müktesebatımız bu dergide
hülasa edilmiştir. Onun için buradayım.
Hüseyin Akın: Bana soruyorsun, dergicilik maceramı,
peki ya sen dergilerle nasıl bir ilişki içerisindesin. Hiç içinden dergi
çıkarmak geçiyor mu? En çok ne zamanlar nüksediyor bu istek?
Mustafa Uçurum:
Dergilerin hayatımdaki yeri çok özel. İlk dergimi 1996’da Sivas’ta çıkarmıştım.
Martı dergisiydi ve edebiyat dünyasına tam anlamıyla girişim bu dergi ile oldu
diyebilirim. Elbette Martı’dan önce ilk şiirimin yayınlandığı Çerağ dergisi ve
ilk abone olduğum Dergâh dergisinin benim nazarımda yerleri çok farklıdır.
Martı, Polemik, Yitik Düşler dergilerini çıkardım arkadaşlarımla. Artık dergi
çıkarmıyorum ama dergilerde yoğun bir şekilde yazmaya devam ediyorum. Dergi
çıkarmak dendiğinde de içimde bir şeylerin kıpırdamasına hâlâ engel olamıyorum.
Ara sıra gençler gelip “Dergi çıkaralım.” diyorlar ama ben onlara yazı ve şiir
desteği sunmanın dışında bir de gönülden desteğimi sunuyorum. Gençlerin sanal
dünyanın ortasında hâlâ binbir coşku ile gelip de dergi çıkarmak istemelerini
gördükçe de içimde iyi şeyler olacağına dair umutlarım yeşermiyor da değil
hani. Bu umut ışığı hiç sönmez inşallah. Dergisiz ne edebiyat olur, ne de
sanat.
Mustafa Uçurum: “Yalan Dünyanın
Yanlış İşleri” arasında dönüp duruyoruz. Nedir hocam bizim yanlış işlerimiz?
Hüseyin Akın:
Yanlışlar sayılmaz. Sayıldıkça çoğalırlar. Onun için yanlışları doğrularla
tashih ederek ne olduklarını anlamamız daha iyi olur. Modern dünyanın
karakteristik özelliği yalan ile yanlışın ittifak edişidir. Yanlış hakikatin
tahtını sarsarak yalanı yeryüzünde ikame etmek istiyor. Dünya yalan. Çünkü arzularımızın
yansımalarını gerçek diye bizleri avutuyor. Geçici, fani, kırılgan ve eğreti
olan şeyleri göremiyoruz bu yüzden. Yanlış yaşıyoruz, yalan söylüyoruz.
Hüseyin Akın: Ben yine dergiden hem de bu kez Yocu’dan devam edeyim. Yolcu dergisinin yıllardır istikrarla çıkmasını neye bağlıyorsun? Bu işte bir yanlışlık mı var?
Mustafa Uçurum:
Dergi çıkarmak tarifsiz bir sevda işi. Bunu ancak dergi çıkaranlar ve
dergilerin ruhuyla ruhlarını birleştirenler anlar. Yolcu dergisi adına yakışan
bir dergi olduğunu gösteriyor. Yol varsa Yolcu da var. Elbette Yolcu’nun da bir
kaptanı var. Yıllar var ki mürettebatta küçük değişiklikler olsa da Ömer İdris
Akdin ve Ahmet Usta ismi Yolcu’nun kalbini sımsıkı tutmaya devam ediyor. Bu işte
yanlışlık değil ama bu işte sımsıkı bir duruş var. Dergâh dergisi gibi
Yediiklim dergisi gibi bir istikrarı omuzlayan Yolcu dergisi kendini
yenileyerek yoluna devam ediyor.
Mustafa Uçurum: Gazetede köşe yazıları da
yazıyorsunuz. Son zamanlarda edebiyat dünyamızdan birçok isim de köşe yazıları
da yazmaya başladı. Edebiyatçılarımız gazeteci mi oldu hocam?
Hüseyin Akın:
Ben de bu meyanda bir yazı yazmıştım geçenlerde. Edebiyatçıların gazetelerde
köşe yazısı yazması düşünce dünyamızın üslup ve usturup kazanması açısından
olumlu bir gelişme. Fakat bu edebiyat normları içerisinde olursa böyledir. Ben
katı ve günübirlik köşe yazarlığına edebi ve evrensel bir tat getirmeye
çalışıyorum. Okunup geçilecek yazılardan ziyade okunup saklanacak metinler
yazmayı hedefliyorum. Deneme kitaplarımda bu yazılardan aldığım çok örnek
vardır. Günlük meselelere edebi perspektiften bakmak gerekiyor. Bunun eksikliği
var ülkemizde. Fazla siyasallaştık. İnsani asgari müştereklerimiz kayboldu.
Edebiyatçı köşe yazarlarımız siyasanın ve piyasanın bekası için kalem oynatmak
yerine hakkın ve hakikatin ihyası ve yeniden inşası için yazıyorlarsa
köşelerinin hakkını veriyorlar demektir. Bu tür yazarlara sözümüz olamaz.
Hüseyin Akın: Edebiyat yazınsal yaşamında, edebiyat ortamlarında seni en çok üzen şey ne oldu?
Mustafa Uçurum:
Edebiyatı samimiyetinden dolayı seviyorum. Tahmin bile edemeyeceğim bir
dünyanın kapısını açıyor bana yazmak. O kadar çok dostum oldu ki bu dünyada,
her şey bir kenara, bu dostluklar bir kenara diyebilirim. Yazmak, paylaşmak
gibi insana iç huzuru veren bir dünyanın kapısını aralıyor bana edebiyat. Fakat
bir olay var ki biraz da olsa içimdeki güven duygularımı incitti, bundan
sonrası için daha sağlıklı kararlar almama sebep oldu. Lisede okuduğu yıllardan
bu yana yazma konusunda destek olmaya çalıştığım birisi, ona gönderdiğim
yayınlanmamış bir öykümü alıp öyküde hatırı sayılır bir dergiye kendi adıyla
göndermiş öykümü. Dergide öykümü onun adıyla görünce içimdeki bütün güven
duygusu da bir anda uçup gitmişti. Bundan sonra gelişen ve daha yaralayıcı
olaylar da oldu ama emek hırsızlığının yarası daha derin bende.
Mustafa Uçurum: Bir “Hu Dönüşü”ne ihtiyacımız var.
Dünya devinip duruyor ve bütün açık kapılarımız bir bir kapanıyor. Dönüşümüz
nasıl olacak bu gidişattan?
Hüseyin
Akın: İnsanların arasındaki ayrılık ve sınıflaşma düşünce ve kanaat
ayrılığından değil, çıkar ve menfaat çatışmasından doğmaktadır. Çıkar
çatışmasına düşünsel bir kılıf geçiriyor insanlar hevalarını kamufle etmek
için. Bu yüzden dönemsel olarak sabite yitimine tanık oluyoruz. Gömlek
değiştirir gibi fikir ve kanaat değişmiyoruz. U dönüşü yapmak sıradanlaştı.
Kıblesini belirlemiş olanların hızla gerçek güzergâhlarına avdet etmeleri
lazım. Hu dönüşü böyle bir kendine dönüştür. Kalabalıklara saklanmak böyle bir
kişiliksiz yığınlar oluşturdu. Son zamanlarda eğer onlar Müslüman’sa ben
değilim ifadesi yaygınlaşmaya başladı. Merkezi kaybettik. Mihverimiz hızla
menfaat dizgesinin işaret ettiği yöne doğru kayıyor. Dönüşümüz muhteşem olacak; zira dönüş sadece
O’na (Allah’a)dır.
Hüseyin Akın: Bana dizelerini mırıldanarak uyumak istediğin –ben hariçJ- 10 şair söyleyebilir misin?
Ben
hariç demişsiniz ama hocam sizin yeriniz bende her zaman çok farklı ve değerli.
Sizinle ortak hareket etmek, aynı dergilerde bulunuyor olmak bile benim için
çok önemli.
Şairlere
gelince; sürekli okuduğum, kalbimi onaran şairlerim var elbet. On demişsiniz,
onunu sayıyorum. Mehmet Âkif, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Cahit Zarifoğlu, Edip
Cansever, Turgut Uyar, Necip Fazıl Kısakürek, Fuzuli, Yunus Emre ve Erdem Bayazıt.
( Yolcu dergisi 78. sayı)
1- Mustafa Uçurum güne nasıl başlıyor?
Günün bereketinin sabahta olduğunu söylerdi büyüklerim. Ben kendimi bildim bileli sabah uyumak nedir bilmem. İş zamanı olsun, tatil olsun fark etmez. Sabahları erkenden ayakta olurum. Sabahın ezanı şehrin üstüne bir bereket gibi inerken yavaş yavaş yanan ışıkları izlemek gibisi yok. Evlerde yanan ışıkları bir zafer muştusu gibi görürüm ben. Ezanla birlikte ayağa kalkmak bu devirde bir devrimin ilk adımı gibi gelir bana.
Yazmanın vakti de sabahtır bende. Yıllardır alışmışım, yazmak için sabahın serinliğine sığınırım. Sabah sabah kalbime dokunan her cümle benim için bir kurtuluştur adeta. Güne böyle başlamaya alıştığım için de daha bir sağlam adımlarla başlarım işime.
Ve yürümek beni her gün biraz daha yeniler. O yüzden sabahları yürümek benim için tarifsiz bir kuşanmadır. Sabahın serinliğini, sessizliğini, kendi halindeki duruşunu yürürken daha bir hissederim. Okula giderken kullandığım yol, yeşilliklerin arasında, şehirden uzak bir yol. Bu yolda sabahları yürüyor olmak bile güne iyi başlamanın bir adımıdır. Bu yüzden severim küçük şehirleri. Yürümek denen nimeti bana yaşattığı için, sabah serinliğini alnıma vurduğu için severim.
2- Mustafa Uçurum öğle aralığında hangi kapıları aralıyor?
Öğle vaktinin tadını tam olarak çıkaramıyorum uzun zamandır. Özellikle okul vakitlerinde. Hayatın kendisi bir koşuşturma içindeyken, azalan vakitlerle birlikte nefes nefese bir telaşı yaşıyorum. Yemekler, rekatlar, çocukları sevmeler hepsi koşuşturma, hepsi biraz mahzun. Bu kadar koşuşturma arasında öğle vakti pamuk ipliği gibi adeta. O kadar hassas ki ağyar anlamaz halinden. Ne kadar sıkı tutarsam o kadar bana kalıyor bu vakit.
Tatillerde en sevdiğim vakitlerden biridir öğle. Oğlumla çıkarız dışarı. Onun en çok sevdiği camiler tarihi camilerdir. Onunla gideriz öğle vakitlerine. Kocaman camimin kocaman kubbesinin altında hayranlıkla beni takip eden oğlumun gözü bende kalbi eminim ki Rabbindedir. “Dua edelim.” baba deyip açar ellerini Rabbine. Amin deriz, avludan kuşlar havalanır, amin deriz, kalbimizden kuşlar kanatlanır.
3- İkindi sularında Mustafa Uçurum dünyanın neresindedir?
İkindi bir durgunluğu haber verir. Akşama bir adım daha yaklaşırız böylelikle. İkindi iner şehre, sakinlik yavaş yavaş kuşatır bizi. Bu yüzden severim ikindi vakitlerini. Mesai bitmiştir, yorgunluk omuzlarımda olsa da kalbimiz mutmain, içimiz ferah bir şekilde bu vakti yaşarız.
İkindi vakitlerinde genelde evde olurum. Okuldan gelmek denen o mutlu anı yaşarım. Zaman geniş olunca ikindinin hakkını vermek de daha huzur verir içime. Sevdiğim vakitlerdendir. Özellikle de tatillerde. İkindi vakti cami avluları ne kadar serindir, ne kadar tenha. Şehrin merkezindeki tarihi camiinin avlusunda çınar ağaçlarının altında sohbet eden dedeleri izlemek, vaktin hakkını vermek bana huzur verir.
4- Akşamları hangi minval üzeredir?
Akşam demek “ev” demektir. Evcil bir ruhum var. Akşam vakti evde olmalıyım. Çocuklarla birlikte, bütün günün kulağını çınlatmalıyım. Zaten ben sormasam da onların anlatacakları o kadar çok şey vardır ki. Su gibi konuşurlar, fırtına gibi anlatırlar; tâ ki yorulana kadar. Bütün gün çocuk cıvıltılarından sonra bu sesler kulağımda bir ezgi gibi çınlar durur.
Ayrıca akşam demek oğlumda başımızı birlikte secdeye koyma vaktidir. Elbette sırtımdan inerse. Önce benim yaptıklarımı yapmaya başlar. Sonra bir anda sırtımda, önümde, arkamda dolaşır durur. Akşam vakitlerim Haşim gibi hüzünlü değildir. Aile olmanın yaşandığı en güzide vakittir.
5- Mustafa Uçurum geceyi/geceleri nasıl yaşıyor.
Gece al ayak ortadan çekilince artık vakit benim vaktimdir. Benim ve kitapların. Büyük kitaptan başlayıp sıraya koyduğum hangi kitap varsa ondan başlarım okumaya. Günün bütün yorgunluğunu çevirdiğim her sayfada biraz daha atarak, okuduğum her cümlede biraz daha derlenip toparlanarak gecenin ilerlemesine aldırmadan içime sıradağlar gibi cümleler biriktiririm.
“Her kim hayat-ı fâniyeyi (fani hayatı) esas maksad yapsa, zâhiren (görünüşte) bir cennet içinde olsa da, mânen cehennemdedir. Ve her kim, hayat-ı bâkiyeye (baki hayata) ciddî müteveccih ise, saadet-i dâreyne (iki cihan saadetine) mazhardır.”
Bir sorgu vaktidir gece. İnsan ne kadar unutmaya çalışsa da bütün gün gözünün önünden geçer. Adına hesap densin, muhasebe densin fark etmez, bütün gün nasıl geçti diye düşündürür gece. Yarına daha sağlıklı çıkmak için gece bir fırsattır.
Gönül isterdi ki vakitlerimi hesaplı yaşayayım. Beş vaktin hakkını uzun uzun, şevkle vereyim ama bu keşmekeş, bu koşuşturma yakama yapınca bir telaşın ortasında buluyorum kendimi. Edip Cansever’in; “Sevmen acele dostluğun çabuk” dediği gibi kendimle bile yarışarak yaşadığımı fark ettiğim çok oluyor.
Bir kul olmak ne büyük onurdur diyerek, bu onurun hakkını vermeye çalışarak geçiyor zaman. Hem de vakitlerden vakit kovalayarak, en güzel vakitlere ulaşmayı dileyerek, “teslim olmak ne güzelsin sen” nidasıyla, Rabbin rızasını arzulayarak, aşk ile.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder