UÇURUM KİTAPLIĞI


63 LEVHADA ESSELAM

Mustafa UÇURUM

Necip Fazıl, hayatını irşada adamış bir dava adamıdır. Anlattığı her satırda asıl hedefi etkili olmaktır. Muhatabını etkilemek, onun üzerinde tesir edebilmek için sanatının her türlü ustalığını konuşturmak ister. Amacı, okuyucuyu ters yüz etmektir. “Değiştirmiyorsa söz, etkisizdir.” demesi de bundandır.

Peygamber sevgisinin bir yansıması olan Çöle İnen Nur, bir şairin kaleminden çıkmış en içli Siyer-i Nebiler arasındadır diyebiliriz. Çünkü cümleler bir şairin içli dünyasından süzülmektedir. Gerek üslubuyla, gerekse yazıldığı dönemin şartları göz önüne alındığında bu kitap bir başyapıttır.

Necip Fazıl için peygamberi anlatıyor olmak bile bir şereftir. Büyük şair için, şairâne bir içlenmeyle kaleme alınmış olan Çöle İnen Nur’u tamamlayacak bütünün parçalarını da vücuda getirmek elzemdir. Bu duygularla Necip Fazıl Esselâm’ı yazar.

Necip Fazıl, sayısız esere imza atmış olsa da, edebiyatın neredeyse her türünde eserler yazmış olsa da o ilk olarak bir şairdir. Belki de bunun etkisiyle kaleme alınmış olabilir Esselâm. Çünkü Necip Fazıl’dan ne olursa olsun okumanın keyfi büyüktür ama ondan şiirler okumanın tarifi çok başkadır.

Her satırı anlamlı

Necip Fazıl, Esselam’ı altmış üç levha halinde yazar. Elbette bunun bir tesadüf olmadığını da kitabının başında açıklar. Bu sayının “mukaddes hayata” bir gönderme olduğunu işaret eder. Peygamberin doğumundan başlayıp hayatının her kademesini anlatan Necip Fazıl, şiirlerinin her satırında Resul’e olan sevgisini büyük bir coşkuyla anlatır.

Kitabın başında bir noktaya dikkat çekmeyi de ihmal etmez. Peygamberin hayatının anlatıldığı bu şiirlerin bir başyapıt kabul edilmesinde, bir değişimin levhaları olarak görülmesinde bir beis görmeyen Necip Fazıl, Esselâm’ın bir Mevlid gibi algılanmaması için birkaç kez sert şekilde uyarıda bulunur. Hatta bunun için kapı aralayanlara da “Allah’ın laneti üzerlerine olsun” demeyi de ihmal etmez. Onun isteği, peygamber sevgisiyle kaleme alınmış bu şiirlerin aynı coşkuyla okunmasından başka bir şey değildir.

Necip Fazıl, peygambere duyduğu edepten dolayı onun ismini kitaplarında aleni olarak yazmaz, “Efendim” demeyi tercih ederdi. Esselâm’daki şiirlerde de yine bu prensibine sımsıkı bağlıdır. O, bu hassasiyetle bin yedi yüz mısralık Esselâm’da edebin en güzelini kuşanmıştır.

Çöle İnen Nur için söylenen “Şiir gibi” benzetmesi yerinde bir benzetmedir. Bunun yanında Esselâm, her şeyiyle Necip Fazıl’ın dize dize dokuduğu bir destandır. Yazdığı her satırın onu bir nura yaklaştırdığının bilinciyle yazıldığı için bilinen bir gerçek vardır ki “Dava o nura yaklaşmak”tır.

Güzel olan en nadide eserlerden okumak gerek. Efendimizi anlatmak da güzelliklerin en güzelidir. Ona lâyık cümleleri bir araya getiren ve sevgisini cümleye, dizeye döken her kalem erbabına sonsuz muhabbetler sunarken, Necip Fazıl’ın coşkulu kalemini de ihmal etmemek gerektiğini tekrar vurgulamakta fayda var. Esselâm’dan başlayıp Çöle İnen Nur’la aydınlanmak için üstadın başyapıtları okuyucusunu bekliyor.

 




                                       ATLIK DAĞI TÜRKÜSÜ - KAMİL AYDOĞAN

                                                                 Mustafa UÇURUM

Şair, yazar, eğitimci ve bir gönül insanı olan Kamil Aydoğan; şiirler, yazılar, hoş muhabbetler eşliğinde aramızdan ayrılışının ardından belki de içinden geçirip de bir türlü yapamadığı ne varsa hepsini bir türkü eşliğinde yazıya döktüğü Atlık Dağı Türküsü adlı romanını bizlere armağan ederek ayrıldı aramızdan.

Hece Yayınları arasından Mayıs 2018’de çıkan Atlık Dağı Türküsü, gerçek ile kurgu arasında bir yaşamı anlatıyor. Yer yer Aydoğan’ın otobiyografisi ile baş başa hissederken kendimizi, bazen de yazarın hayal dünyasında yapmayı arzuladığı bir hayat ile de karşı karşıya kaldığımız oluyor. Atlık Dağı Türküsü, Ankara’da bol koltuklu ve makamlı bir yaşamın ortasında kendine kaçan bir yalnız adamın hikâyesi.

Ankara’dan Kahramanmaraş’a bir yalnız adam

Kamil Aydoğan, edebiyat dünyasından bir bürokrat olarak içinin sesine kulak vermeyi ihmal etmeyen bir isimdi. İşini şiir gibi yaptığına şahitliğimiz var. Kısık Vadisi romanından aşina olduğumuz hayat hikâyesinden izlere şimdi Atlık Dağı Türküsü’nde de rastlayınca eksik parçalar yerine oturdu ve Aydoğan’ın aramızdan ayrıldığı günlerde onun hayat hikâyesini de tamamlamış olduk.

Zorluklar içinde geçen bir ömür ve adeta tırnaklarıyla kazıyarak elde ettiği başarılar, onun hayatı kavrayış modeline de etki eden en önemli faktör olarak biyografisinde yer almakta.

Ankara’dan tek başına memleketine doğru yola çıkan Halil Yakup’un içinde memleket sevdasının yanıp tutuşması ve Atlık Dağı’nın eteğinde dostlarıyla yâd edilen eski günlerin verdiği coşku ile Ankara’yı, makamı, bürokrasiyi terk ederek köyüne yerleşmek istemesinin hikâyesi bu.

Kahramanmaraş’ta köyüne yerleştikten sonra Halil Yakup’a “Yalnız Adam” diyor köylüler. Bu roman için biyografik özellikler içeriyor dememin bir sebebi de bu yalnız adam ifadesi. Şair Kamil Aydoğan’ın “Bir Yalnız Adamın Hikâyesi” şiirini okuyunca bu şiirle romanın kesişen noktalarına şahit oluyorsunuz. Atlık Dağı Türküsü için “Bir Yalnız Adamın Hikâyesi” şiirinin bir şerhi desem yeridir.

Bir atımlık ok aslında bu hikâyenin hepsi /Bir ağaç gölgesinde dinlenmek gibidir hayat / Oyun ve eğlenceden ibaret / Kimi gider saplanır böğrüne / Dövünür kimileri de ellerini vurarak dizlerine / Yırtıcı kuşlardır, bilirim konan pişmanlığın üzerine / Güneşten aynalar tutarak göçmen kuşlara / Öyle sessiz, öyle sinsi / Toz dumandır yıldızlara karışmış hatıralar / Kıpırdayamazsın bile / Dün doğdum daha, kundaktayım sanırsın / Sınandığını daralan nefesinden anlarsın

Bürokrasi kalbe ağır gelir

Roman kahramanı Halil Yakup, Ankara İl Milli Eğitim Müdürü’dür. Ankara’nın hantal işleyen bürokratik yapısına ağır göndermeler yapar romanda. Kamil Aydoğan’ın Ankara Milli Eğitim Müdürlüğü yaptığını biliyoruz. Bu görevi yürütürken içinde kopan fırtınaları romanına taşımış Aydoğan. Eylülde eğitim –öğretim yılının açılış töreni için Milli Eğitim Bakanı’nın okuldaki törene katılacak olması ile başlayan koşuşturmayı tüm ayrıntıları ile anlatıyor Aydoğan. İnsanı yoran, kalplerin değil koltuklarının büyüklüklerinin etkili olduğu bir koşuşturma bu.

Herkesin, kendisinin önde olması gerektiğine dair bir yığın gerekçesi vardı.” “Vali evinin kapısından çıktığından beri bürokrasi kuyruktaydı.” “Aslında bahçede yer çoktu, rahat rahat sıraya geçmek için elverişliydi ama insanlar ön sıralarda oldukça sıkışık; bazıları yan dönerek, sadece el sıkışacak kadar bir yer kapmış şekilde duruyordu.” “Vali Bey yerinden kalktığında, il bürokratları ayağa kalktılar sadece. Konuşması bittiğinde yerine otururken de aynı kişiler tekrar ayağa kalktılar.” “Okul müdürü boş tribüne, bakanın oturduğu koltuğa oturdu; başını iki elinin arasına aldı, düşüncelere daldı. Bütün yorgunlukları gitmiş, üzerinden bir dağ kalkmış, kuşlar gibi hafiflemişti. Ama yine de içi rahat değildi. ‘Bana eline sağlık’ bile diyen olmadı, acaba bir kusur mu işledik?”

Ankara’nın bu koşuşturmasından bunalan Halil Yakup’un Milli Eğitim Müdürlüğü’nden istifa ederek köyüne gidip orada hayallerini gerçekleştirdiği bir sonla bitiyor roman.

Atlık Dağı Türküsü; yürek burkan aşk hikâyeleri, gerçek hayatın iç yakan sızıları ve ruhu cendereye alan bürokrasinin kıskacında geçen bir ömrün hikâyesi. Romanda şehirlerden kaçıp kendi içinin şehrini kurmak isteyenler için gönle şifa bir türkünün içli nağmeleri var.

Kamil Aydoğan’a rahmet dileyerek Atlık Dağı Türküsü’nü dua niyetine okumanızı diliyorum.





Dünyayı Dolduran Kiraz

Mustafa Uçurum

Küçük bir köy. Şehirden, ışıklardan, seslerden çok uzakta yaşanan bir hayat. Mekân olarak sadece köyde geçiyor olaylar. Merkezde bir çocuk var, Kepenek. Buradan bakınca sıradan bir dünyanın anlatıldığı izlenimi oluşsa da yazarın öyküye kattığı otantik ve fantastik zenginlik okuyucuyu bir anda gizemli bir dünyanın içine çağırıyor. Dünyayı Dolduran Kiraz, böyle bir dünyadan sesleniyor okuyucuya.

Konuşan bir kurbağa, haber getiren karga, değirmende cinler ve periler ve küçük çocuğun kurduğu hayal dünyasındaki gizemli olaylar romanı sıradan olmaktan çıkarıyor. Küçük bir köyde geçen ve otantik denecek bir yaşam tarzının yanında yazar öylesine bir dünya sunar ki okuyucuya kendinizi “Ben bu yaylalara yayla mı derim” türküsünün ezgisiyle birlikte aynalı kuşun fantastik hikâyesinin içinde bulabilirsiniz.

Romana ismini veren kiraz ağacı, roman kahramanı Kepenek’in sığınağı. Hayaller kurduğu ve dünyayı izlediği kendine özel evi. Köyden, okuldan, büyüklerden sıkıldıkça kendini gizlediği kiraz ağacı var Kepenek’in. Şükrü Karaca bu ağacın betimlemesini o kadar canlı yapıyor ki tüm roman boyunca gözümüzün önünden gitmiyor bu ağaç.

İnsanların kendilerine sığınak aradığı zamanlarda yaşıyoruz. Kendini dinleyecek ve iç sesine kulak verecek bir kiraz ağacı olmalı insanın. Mekân farklı olabilir, adı değişebilir ama insan; gizlenecek bir gönül hanesinin olmasını arzular bu çağın gürültüsünden kaçmak için.

Romanın özel bir notunu da ben vermiş olayım. Şükrü Karaca, Tokat’ın Reşadiye ilçesi doğumlu bir yazar. Kabalı köyünden. Tokat’tın adı romanda bir kez geçse de verdiği yer adlarından olayın Karaca’nın köyünde geçtiğini anlayabiliyoruz.

“Kadir Ağa’nın tarlasının ardındaydı Tokat.”

“Adına Ketyaylası diyorlardı.”

 “Kepenek’e kalırsa, bu yaylanın en güzel yeri Zavan’dı. Zavan bir göldü.” (Bu gölün Reşadiye’de bulunan Zinav Gölü olma ihtimali çok yüksek.)

Dünyayı Dolduran Kiraz farklı bir açıdan bakıldığında da bir dönem romanı olarak ele alınabilir. 60’lı yılların Türkiye’sine bir çocuğun gözünden başlayarak köylülerin, muhtarın, öğretmenin, müdürün, valinin bakış açıları da ekleniyor ve okul bahçesine yaptırılan bir “büst” ile yazar olayların yaşandığı döneme bir ışık tutuyor.

Bir büstün çocuklar ve köylüler üzerindeki etkisi, devletin temsili, okumuş kesimin köylülere yaklaşımı usta bir bakış açısı ile veriliyor.

Dünyayı Dolduran Kiraz’ı özellikle gençlere mutlaka okutmak gerek. Türkiye gerçeği ile yüzleşmenin bir yolu da geçmişle günümüzün mukayesesinden geçiyor. Özenti fantastik romanların aksine bu roman bizden ve bizi anlatılıyor. Acısıyla, tatlısıyla, hüznü ve neşesiyle bizi.

Kitabın arka kapağında;. Ahmet Bican Ercilasun ve Mehmet Aycı’nın yorumları var. Ercilasun; “Bu roman Şükrü Karaca’nın maalesef tek romanı. 1990’da ağzımıza bir parmak bal çaldı Karaca.” diyor.  Aycı romanı; “Türk edebiyatında en özgün romanlardan biri.” olarak tanımlıyor.   

Ömrü hayatında iki eser bırakarak aramızdan ayrıldı Şükrü Karaca. Bu iki eser için gönül rahatlığıyla başyapıt diyebiliriz. Şiir kitabı Anestü Nârâ ve romanı Dünyayı Dolduran Kiraz TYB ödülü alan iki eseri. Başyapıt demek için elbette ödül alması şart değil. Karaca’nın iki eseri de özgün bir seslenişe sahip. Okuyucuyu kuşatan bir anlatım var Karaca’nın üslubunda. Bu iki eserden sonra edebiyat dünyasından uzaklaştı Şükrü Karaca. Siyaset dünyasına girdi, genç denecek bir yaşta da aramızdan ayrıldı. Rahmetle…

 




“SÜRGÜN”LE BAŞLAYAN YOLCULUK

     Mustafa UÇURUM

            Bir kitap okurunun aldığı ilk kitap önemlidir. Özellikle bu kitap bir okuma serüveninin başlangıcı olmuşsa, o kitap daha bir anlam kazanır. Okumak ilk zamanlarda bir boş zaman eğlencesi, vakit geçirmek için yapılan bir uğraş, öğretmenin verdiği ödevin sıkıcılığıyla başlar ama sonradan kişi okuyuşuna yön verdiğinde hayat için en önemli adımlardan birini atmış olur.

Aldığım ilk kitap, bir onbeş tatil ödeviydi ve okuyacağımız kitapları öğretmen belirlemiş, beş kitap ismi saymıştı ve bunlardan birini okumamızı istemişti. Kitapların ismini yazmamıştım çünkü adının kısalığından olsa gerek Refik Halid Karay’ın “Sürgün” adlı romanı aklımda kalmıştı.

Dolaştığım kitapçılarda bulamadığım kitap için umudumu tam kesecekken, bir pasajın altında küçük kitapçıdaki güler yüzlü ak saçlı kitapçı büyük bir ilgi ile kitabı bana vermişti. (Daha sonra bu kitapçının, günümüz hikâyecilerinden Necati Mert olduğunu öğrendim ve yıllar önce yaptığım bu tesadüfî alış veriş daha da sevindirdi beni.)

Orta ikideydim ve ilk okumada pek de anlamamıştım kitabın konusunu. İlk cümle; “sabaha karşı Beyrut göründü.” idi. Beyrut’un neresi olduğunu bilmiyordum ama uzak olduğunu, portakal bahçeleriyle dolu ve çok güzel bir şehir olduğunu anlamıştım. Uzun bir deniz yolculuğuyla başlıyordu olaylar. Yeni kişilerin katılmasıyla yoğunlaşarak benim için daha da karmaşık bir hale geliyordu roman.

Romanın özetini çıkarmam gerekiyordu, çıkarmıştım da. Ama roman aklımdan çıkmamıştı. Yaz tatilinde bir kez daha okumuştum ve “ittihatçılar, itilaf güçleri, gün geçtikçe gücünü kaybeden Osmanlı” kavramları biraz daha somutlaşmıştı gözümde. Evet, iyi bir kitaptı Sürgün ve iyi bir yazardı Refik Halid.

Sürgün romanında, yoktan bir sebepten Sürgün’e gönderilen yüzbaşı emeklisi Hilmi Efendi’nin uzun ve çileli hayatı, zamanın siyasi olaylarıyla birlikte verilmekte. Aslında siyasetle hiç ilgisi olmayan Hilmi Efendi Beyrut’ta görür ki, kendisinden başka bütün sürgünler, siyasetin içindedir. Hilmi Efendi’nin sürgünde yaşadıkları ayrıntılarıyla anlatılmış, romanın tamamına sürgünlük psikolojisi yansıtılmış. Yazarın bundaki başarısının sebebi, kendisinin de bir sürgün hayatı yaşamış olmasında yatmakta. Refik Halid Karay, özellikle “Kirpinin Dedikleri” adıyla yazdığı hicivlerden dolayı uzun süren sürgünlükler yaşamış, Sürgün romanı da bu sürgünlüklerin neticesinde ortaya çıkmıştır.

Sürgün romanını bitirdiğimde aldığım ikinci kitap yine Refik Halid’in Gurbet Hikayeleri’ydi. Sanki Sürgün’ün tamamlayıcısı olan bu hikâyeler de bir solukta okunabilen bir sadeliğe ve anlatım güzelliğine sahipti. Neredeyse her Türkçe ders kitabına giren “Eskici” hikâyesini de Gurbet hikâyelerinde görünce Eskici’den başlamıştım okumaya. Eskici’deki Hasan ile Sürgün’deki Hilmi Efendi arasındaki yakınlığı daha ilk satırlardan çıkarabilmiştim. İkisi de vapurla bilmedikleri yeni bir yere doğru yol alırlarken yabancı bir ülkeye doğru gitmenin şaşkınlığıyla, suskundurlar. Eskici, Türk edebiyatında bir klâsik olmuştur artık. İlkokuldan mezun olup da okumakla hiçbir ilgisi kalmayanların bile zihninde Eskici’den birkaç sahne kalmıştır. Çocuğun Türk bir eskici ile karşılaşması,  aylardır süren sessizliğinin ardından durmadan dinlenmeden konuşması ve eskicinin güneş yanığı yüzüne damlayan gözyaşları, eskicinin gidişiyle çocuğun tekrar yalnızlığına dönmesi. Bütün bu olaylar, yazarın usta anlatımıyla sanki hafızalarımıza kazınmıştır. Gurbet hikâyelerinde önemli bir özellik de, Beyrut yöresinde geçen bir hikâye anlatılırken, hikâyedeki kişilerle Sürgün romanındaki kişilerin aynı olması. Bu da anlatılan olaylara daha bir gerçeklik payı kazandırmakta.

Refik Halid, Gurbet Hikâyelerinde özellikle Arabistan, Suriye, Bağdat yöresinin hikâyelerini birinci ağızdan anlatıyor. Hikâyelerin çoğunda hikâyenin kahramanı genelde yazarın kendisidir.

Bir de Memleket hikâyeleri var ki bu hikâyeler tam anlamıyla bizi anlatan hikâyelerdir.  Anadolu insanının sıcaklığını ve açık yürekliliğini bu hikâyelerde görmek mümkün. Çünkü bu hikâyeler o zamanlar yaygın olan, İstanbul’un lüks bir dairesinde Anadolu’yu hiç görmeden yazılan köy hikâyelerinden farklıdır. Bilinen şu ki, Refik Halid ya görev için ya da sürgün olarak Anadolu’nun çoğu yerini gezmiş ve eserlerini bu şekilde oluşturmuştur. Yazdıklarındaki sıcaklığın sebebi de budur.

Refik Halid anlattıklarıyla, dili ve üslubuyla günümüzde de her seviyede okuyucuyu kuşatan bir yazar olma özelliğini sürdürmekte. Benim adıma bir ilk adım olan Refik Halid, hikâyenin iklimine girmek isteyenler için iyi bir sebep olabilir.                                                




VIRGINIA WOOLF- LONDRA MANZARALARI

Mustafa UÇURUM

Hayatın kıyısında bir yaşam, çokça gel gitler ve anlam verilemeyen bir gri bulut. Mahzun bir yüz, içine kapanık gibi görünen ama bir fırtınaya hazır tufanın arifesi.

Okuduğunuz yazarın hayatını da biliyorsanız satır aralarında yazarın siluetini görmek istersiniz. Bir cümlenin kıyısından dünyayı temaşa eylerken ya da bir paragrafın kıyısında köşesinde yazar sizi karşılasın diye beklersiniz. Çoğu kez de olur bu. Yazar bir şekilde çıkar karşınıza. Bazen bir ses olarak bazen de gölge halinde süzülür yanı başınıza.

Virginia Woolf okurken yazarla aranızda görünmez bir perde vardır. Sakin sakin ilerlersiniz cümleler arasından. Sanki parmak uçlarında gezersiniz bir şehri. Hafif karanlık bir sokak, sessiz akan bir nehir, bir kadının uçuşan etekleri ve cümlelerin o ışıldayan serinliği.

Virginia Woolf’un Hece Yayınları arasından çıkan “Londra Manzaraları” adlı kitabı çok inceliği olan bir kitap. Daha önce yazarın romanlarını okuyanlar Londra Manzaraları’nı okurken çok da yabancılık çekmezler. Yazar yine aynı ağırbaşlılıkla dile getiriyor içinde kopan fırtınaları.

Kısa sayılabilecek bir ömür süren yazar, kadın hakları konusunda oldukça etkili çalışmaların içerisinde yer almıştır. Kitaptaki Londra üzerine yazılmış yazıları çıkarırsak, kadın vurgusu açıkça dikkat çekiyor kitapta.  

Kadın Romancılar yazısında, yazılan eserlerde cinsiyet ayrımından çok eserin edebi kalitesinin ön planda tutulmasına dikkat çekiyor Woolf. Yazarın kişiliğinin ya da dış görünüşünün değil anlattıklarının bir kıstas olması gerektiğinin üzerinde duruyor.

Kadınlara Elverişli Meslekler yazısında da aynı hassasiyet devam ediyor. Kendi hayatından kesitlerle meslek-cinsiyet ayrımına karşı çıktığını anlatıyor Woolf.

Kitabın en önemli yazılarından biri de “Kurmaca Yazında Kadın Yazarlara Dair Notlar” yazısı. Kuramsal ögeler içeren bu yazı yazara özgü bir duruşu da temsil etmesinden dolayı dikkatle okunması gereken notlar da barındırıyor içinde. W.L. Courtney’in bir yazısına cevap niteliği taşıyan bu yazıda Woolf, kadınların içgüdülerinin güçlü olmasından dolayı kadın yazarların kurgusal metinlerde daha başarılı olduklarını ifade ediyor.

Kitabın son bölümü Londra üzerine yazılan yazılara ayrılmış. Altı yazı var bu bölümde. Bir Londra aşığı olan Woolf’un şehre bakışını, şehri duyuşunu, şehirle nefes alışını hissedebiliyoruz. Şehir yazıları arasında Londra Yazıları’nın özel bir yeri olmalı. Bir şehri sevmek derken Virginia Woolf’un bu şehir yazılarını başucunda tutmak gerek.

Lonra’nın Limanları yazısı masalsı bir anlatıma sahip. Bu şehri görmemiş olanların içlerini titreten, şehre karşı bir görme arzusu uyandıran içtenlik var anlatımda. “Ne kadar; romantik, özgür ve kararsız görünseler de denizin üzerinde, Londra limanlarında hâlâ yelken açan, demirlememiş gemi bulmak oldukça zor.”

Ustaların Evleri yazısında Woolf, önce Londra evlerini anlatıyor. Dickens’in, Johnson’un, Carlyle’nin ve Keats’ın evlerinden hareketle şehir ve evler bağlamında bir ressam hassasiyetiyle Londra portresi çiziyor bize.

Şehrin her köşesine hayrandır yazar. Bunu cümlelerinde de açıkça söyler. Güzellik ve huzur onun aradığı iki değişmez kuraldır. “Bütün bu şehirde, huzur veren nadir yerler; muhtemelen sadece, şu an bahçe ve oyun alanı olarak kullanılan bu eski mezarlıklardır.”

Londra Manzaraları kitabına ek olarak “ve başka yazılar” da ekleyerek okuyucuya ulaştırmış Hece Yayınları Virginia Woolf’un bu önemli eserini. Daha zengin bir içerikle yazarın hem şehir yazıları hem de kadınlar üzerine düşünceleri de böylelikle bir araya getirilmiş.

Kitabı bitirdiğinizde içinizden geçen Londra manzaraları sizi gizemli bir yazarın ruhunu beslediği şehrin gizli saklı kalmış köşelerine de ulaştırıyor. Yazarın diğer kitaplarını da okumadıysanız yeni serüvenlere açılmanız için bir girizgâh olacak Londra Manzaraları.

 


BİR ANADOLU ROMANI; KÜÇÜK PAŞA 

Mustafa UÇURUM

Divan Edebiyatı’nın nefes kesen, dizeler eşliğinde uzun soluklu bir yolculuğu okuyucuya armağan ettiği mesnevilerinden sonra roman ile tanışan edebiyatçılarının dolu dizgin kuşandıkları romanlar yeni bir anlatım tarzının da edebiyat dünyamızda arz-ı endam etmesinin zeminini hazırlamış önemli bir gelişme olarak tarihteki yerini almıştır.

Batılı yazarların romanları ile tanışan yazarlar, anlatım tekniklerini ve kurgusal devinimleri çeviriler yoluyla kavrayarak kendi eserlerini vermeye başlarlar. Sadece roman için geçerli değil elbette bu yenilik rüzgârı. Edebiyatın birçok türünde yeni eserler ile buluşan Türk okuru kabullenme denen o zorlu aşamayı kolay atlatarak kendini yeni türlerin müdavimi sayma engelini de çabucak atlatarak iyi bir okur olduğunu gösterir. Binlerce dizelik mesnevilerden sonra hacimli romanları okumak okurlar için çok da zorlu bir aşama olmamıştır.

Roman türünde birçok eserin verildiği yeni dönemde ortaya konan çalışmaların bazı teknik hataları, batıya öykünen konuları olsa da bugün bile dönüp baktığımızda birçok roman oldukça başarılı başyapıt sayılabilecek bir yetkinliğe sahiptir. Çünkü anlatıma dayalı bir geçmişi olan Türk milleti için romanlar biçilmiş kaftan mahiyetindedir.

Ebubekir Hazım Tepeyran, milletvekilliği yapmış, devletin çeşitli kademelerinde görevler almış bir devlet adamı olarak 1910 yılında Küçük Paşa adlı bir roman kaleme alır. (İlk baskıda romanın tam adı; Yeni Şeyler Birinci Kitap: Küçük Paşa) Köylülerin hayatını tüm ayrıntısı ile romana taşıyan bu eser yayınlandığı yıl çok ses getirmez; yıl 1910. O güne kadar sırça köşklerin, İstanbul’un şaşalı hayatının romanını yazan yazarlardan sonra Tepeyran; Anadolu’daki bir köyü ve köydeki insanların yaşantılarını şiveleriyle birlikte anlatan bir eser ortaya koyarak kendinden önce köy romanları ve hikâyeleri yazılmış olsa da farklı bir eser vücuda getirmiş bir yazar olarak geç de olsa dikkatleri üzerine çekmiş bir yazardır.

Edebi bir eser saymaz Küçük Paşa’yı Tepeyran; “köy gerçeklerinin, acılarının sergilenmesi için” yazar bu romanı. Kitabın okuyucuyu ile buluşma hikâyesini Küçük Paşa’nın ikinci baskısının ön sözünde Ebubekir Hazım Tepeyran’ın torunu Oktay Akbal anlatıyor. 1910 yılında Osmanlı Türkçesi ile ilk baskısı yapılan romanın yeni harflerle ve sadeleştirilerek basılması için dedesini razı eder Akbal. Dedesi okur, Akbal ve Tepeyran sadeleştirerek daktilo eder romanı; yıl 1946. Tepeyran bazı bölümleri gereksiz görür ve ikinci baskıya almaz. İkinci baskının basılması oldukça maceralı olsa da roman okuyucu ile zor da olsa buluşur.

Küçük Paşa; 1910lu yılların Osmanlısına ve köy yaşantına yer yer realist bir gözle yer yer iğneleyici bir üslupla bakılan bir roman. Son dönemleri olsa da şöhretli yaşamını sürdüren saraylar, yalılar ve köşkler ile İstanbul dururken bir yanda; diğer yanda İstanbul’dan bîhaber, sadece askerlik için erkeklerin köyden çıktığı sefilliğin ve yoksulluğun hüküm sürdüğü köyler. Romanda köy isimleri geçmese de uzun tren yolculukları ve eşek sırtında süren meşakkatli yolculuktan anlaşıldığına göre İstanbul’a oldukça uzak bir köy anlatılıyor romanda. Hatta birçok araştırmacının tespitine göre anlatılan köy Niğde’nin bir köyü olabilir. Tepeyran Niğdelidir ve romanda geçen birçok sözcüğün Niğde yöresine ait olması, Tepeyran’ın Hatıralar adlı eserinde anlattığı Niğde köyleriyle romandaki köyün benzer özellikleri taşıması bu tezi doğrular.

Romanda Sadrazam Suat Paşa’nın kardeşinin bebeği için süt anne olan Selime’nin İstanbul’a oğlu Salih ile getirilişi, çocuk büyüyünce Salih’in annesi ve babasının köylerine gönderilmesi, Salih’in konakta yedi buçuk yıl bir paşa gibi yaşadıktan sonra paşanın ölümü ile köyüne gönderilmesi, köyünde üvey anne elinde yaşadığı acı dolu bir hayat ve aç kurtların parçalamasıyla Salih’in son bulan yaşamı anlatılır.

Ebubekir Hazım Tepeyran romanda sık sık istibdad dönemine göndermeler yapar. Hatta bunu benzetmelerde bile yapar yazar. “Salih için her günü bir istibdat yılı kadar uzun görünen birkaç ay geçti, kış geldi. s.120)”, “İstibdat devrinin vasıflarından olduğu üzere zalimlerde zulme hudut bulunmadığı, mazlumlarda şikâyete lisan kalmadığı gibi, Salih de Haçca’dan gördüğü zulümlere yavaş yavaş alışıyor, o sustukça Haçca’nın zulmü artıyordu. (s.146)  

Küçük Paşa’ya bir betimleme şaheseri desek yeridir. Tepeyran, gözlem gücünün tüm parçalarını bu romanda okuyucuya hissettirmiştir. Kendinden önce yazılmış olan Karabibik romanına her ne kadar ilk köy konulu roman dense de Küçük Paşa köyü ve köylüyü yer yer romantizmin sınırlarını zorlayarak yer yer naturalist ögeleri sonuna kadar kullanarak ilk köy konulu roman olmayı daha çok hak ediyor diyebiliriz. Yazar bunu daha romanın ilk sayfasında hissettirir.  “Anadolu’da bir köy… Bir buçuk yıl evveline kadar müstebit hükümetin asker almak, vergi tarh ve tahsil etmek lazım geldikçe hatırladığı köylerden biri.”

“Bir saat kadar yan yana uzayan bu iki dağın eteklerinde sağdan, soldan hiç umulmaz yalçın kayalar arasından süzülüp çıkan berrak suları toplaya toplaya gittikçe çoğalarak, taştan taşa çarpıla çarpıla köpürerek bir çay halinde akıyor; ötede beride etrafı yeşil çimenli çukurlarla biraz durarak, güzel bulut akisleriyle yere düşmüş birer gök parçası gibi parlayarak ve sanki her şeye can veren kudretini bilir gibi mağrurane büküntülerle iki yanını selamlayarak, kâh billûri mırıltılarla, kâh velveleli çağıltılarla hayli aktıktan sonra yüksek bir kaya üstünden cam gibi şeffaf bir şelale şeklinde döküldüğü mevkide bu köy civarının güzel manzaralarından biridir.”( s.11-12)

 Musul, Manastır, Bağdat, Sivas, Bursa, Ankara, Trabzon gibi şehirlerde valilik yapmış olan Tepeyran; anlaşılıyor ki görevli olduğu yerlerde özellikle köy hayatını çok iyi takip ve tahlil etme imkânı bulmuş. İstanbul’un çok katlı apartmanlarının teras katlarında boğaz havası eşliğinde yazılan köy romanlarının ve hikâyelerinin karşısında Küçük Paşa’yı çok farklı ve özel bir yere koymamızın en önemli sebeplerinden biri de bu realist bakış açısıdır. Tepeyran, Küçük Paşa’da şahit olduğu hayatların da hikâyesini anlatmak istemiştir.

Ebubekir Hazım Tepeyran edebî çalışmalarına yoğun devlet işleri dolayısıyla gerekli ilgiyi gösterememiş olsa da az ama adından söz ettiren eserler vermiştir. Küçük Paşa’daki cümle yapıları, betimlemeler, benzetmeler, olay akışı Tepeyran’ın yazarlıktaki yetkinliğini ispatlar nitelikte örneklerdir.

Kısa süren fırtınalı bir yaşamın öyküsünün anlatıldığı Küçük Paşa; hak ettiği ilgiyi günümüzde de görmeye değer bir roman olarak okuyucularını bekliyor.  Osmanlının son yıllarında Anadolu ne demek, Anadolu köylüsünün yaşamı nasıldı gibi soruların cevabı Küçük Paşa’da karşılığını ziyadesiyle buluyor. 



Mehmed Niyazi ve Plevne

Mustafa Uçurum

Tarih anlatmak, özellikle de bir romanda tarih anlatmak hassas dengelerin gözetilmesi gereken özel bir alandır. Gerçekler ile kurgunun arasındaki hassas çizgi üzerinde dengeleri sarsacak ifadelerden kaçınarak bir eser ortaya koymak gerekir ki bu çok da tercih edilen bir durum değildir. Yazarın tutumu, ortaya konan esere tam anlamıyla yansıdığı için yazar nasıl bir tarih anlatmak istiyorsa ele aldığı konu da o derecede esneme ile kitapta kendine yer bulur. Yazarlar genelde biraz da pazarlama gayesi ile kurguyu tercih ettikleri için birçok tarih konulu kitabın ne yazık ki adında olan tarih ruhuna sinmeden kitaplar raflardaki yerini almaya devam ediyor.

Mehmed Niyazi, “Tarihi romanda kurgu yapmak tarihe ihanettir.” der. Çanakkale Mahşeri, Yazılmamış Destanlar, Kanije, Yemen Ah Yemen, Plevne kitaplarının yazarı Mehmed Niyazi böyle diyor tarih romanları için. Onun eserleriyle teşriki mesaisi olanlar bilirler ki Mehmed Niyazi eserlerinde gerçeği anlatır, hem de bütün ayrıntıları ile gerçeği.

Uzun yıllar Plevne tarih ve ders kitaplarında kalmış, sadece bir marş ile hatırlanmış kahramanlık hikâyesi idi. Romanını yazmak şükür ki Mehmet Niyazi’ye nasip oldu. Tarihin şanlı bir sayfasının ehil bir elden kaleme alınması, yaşanan kahramanlığı da incitmemek anlamına gelmektedir çünkü.

Mehmed Niyazi bundan önce yazdığı tarihi romanlardaki titizliğini Plevne’de de gösterir ve uzun bir hazırlık döneminin ardından yazmaya başlar romanı.

Yemen Ah Yemen’i yazarken romandaki olayların geçtiği yerleri bizzat Yemen’e giderek gördükten sonra romanını yazdığı gibi Plevne romanını yazmadan önce de Plevne’ye gider Mehmed Niyazi; savaşın yaşandığı yerleri, siperleri görür ve öyle başlar romana.

Mehmet Niyazi romana iç ve dış kaynaklardan titiz bir çalışma ile hazırlanır. Romanı okurken kendinizi tarihin tam da içinde hissedersiniz. Kurgunun yerini belgeler, gerçek mekânlar, kişi ve kahramanlar aldığı için kafanızda hiçbir soru işareti olmadan romanın dünyasından gerçek dünyaya bir yolculuk yaparsınız.

 Plevne demek Osman Paşa demektir. Cesareti, imanı, askerlerine verdiği değer ve güven onu sadece Türklerin gözünde değil başta Ruslar olmak üzere dünyanın birçok ülkesinin nazarında kahraman ilan etmiştir. Romanda da Osman Paşa ile ilgili birçok ayrıntıya yer verir yazar. 

Mehmed Niyazi tarihi incitmeyen bir yazar. Bunu yazdığı romanlardan anlamak mümkün. Gerçeklerden uzaklaşmadan ve akıllarda soru işareti bırakmadan eserler ortaya koyması, onun titiz çalışmasının bir sonucu olarak karşılık buluyor. Plevne Savunması ve Gazi Osman Paşa hakkında kayda değer bir eser okumak isteyenler için Mehmed Niyazi’nin Plevne romanı mutlaka okunacaklar listesinin birinci sırasında yer alacak bir roman olarak okuyucularını bekliyor.



MEHMET AKİF’İ SEZAİ KARAKOÇ’TAN OKUMAK

 Mustafa UÇURUM

             Bir şairi tanımanın en iyi yolu onun şiirini çok iyi okuyup analiz etmekten geçer. Şiir ki şairin aynasıdır. Şair; içinin ve dışının görünmesi gereken bütün ayrıntılarını şiirinde verir. Şiirlerinin dünyasına girildikçe şairin ruh dünyası da çözümlenmeye başlar ve şairi tanıma, dize dize gerçekleşmiş olur.

            Şairliğinin yanında mücadele insanı olma gibi bir görevi de üstlenmişse kişi, işte o zaman şiirlerinin yanında onun düşünce dünyasına, mücadele alanına da girmek gerekir. Edebiyatımızda bu özelliğe sahip şairlerimiz vardır ve sadece şiirleriyle değil; ülke gündeminde yaptıkları aksiyon faaliyetleriyle gençliği bilinçlendirme, onlara yol gösterme, milleti yüreklendirme gibi göze alınması zor görevleri de üstlenerek mücadele insanı olduklarını göstermişlerdir. Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç gibi şairler, bu topraklar üzerinde şiirleri kadar mücadeleleriyle de anılan isimlerdir. Hem yazdıkları şiirle hem de yaptıkları çalışmalarla bu tür isimler her zaman anılmayı hak edecek değerdedir.

            Mehmet Akif, mücadele dendiğinde ayrı bir yere konması gereken, daha derin düşünmeyi gerektiren bir dava adamıdır. Mehmet Akif’e bir sıfat biçerken, sadece “şair” demek onu anlamak için atılacak bütün adımları eksik bırakır. Elbette onun şiiri de bir mücadelenin, bir davanın şiiridir. Mehmet Akif’in hayatı ve şiirleri okunduğunda görülür ki karşımızda; yaşantısıyla, yazdıklarıyla tam bir dava adamı durmaktadır.

            Mehmet Akif, hakkında en fazla araştırma yapılmış, üzerinde düşünülmüş, konuşulmuş bir fikir adamıdır. Her şeyiyle tam bir mümin olma gayretinde olan Mehmet Akif’in İstiklâl Marşı’nı yazmış olması da Yaradan’ın bir lütfu olarak görülebilir. Onun şair olması, milletvekilliği yapması hafızalarda kalması için ülke şartları düşünüldüğünce pek de yeterli değildir. Yaşadığı dönemde kendisinin ve ailesinin çektiği sıkıntılar, sanki bir suçluymuş muamelesine maruz kalarak sürekli izlenmesi, hak ettiği halde emekli maaşının kasten verilmemesi, her şeyi göze alarak gönüllü sürgünlük olarak Mısır’a gitmesi onun yaşadığı dönemde ne kadar hakir görüldüğünün ispatıdır. Böylesine bir yaşamın sonu da bundan farklı olamazdı herhalde. Ölene kadar çektiği hastalıklar, ölümü ve sahipsiz kalan cenazesi... Bu ülkenin marşını yazmış, bu ülkenin meclisinde milletvekilliği yapmış böylesine bir şahsiyetin cenazesi bile sahipsiz bırakılmış; şair, son anda haberdar edilen üniversite gençliğinin omuzlarında son yolculuğuna uğurlanmıştır.

            Bunu içindir ki Mehmet Akif’in İstiklâl Marşı’nı yazmış olması Allah’ın bir lütfudur. Allah, ona bu şiiri yazmayı nasip ederek onun unutulmamasını sağlamıştır. Mehmet Akif’i okurken, onun şairliğiyle birlikte mücadeleci yanına, mümin duruşuna da bakmak gerekir. Eğer tek taraflı bir okuma yapılırsa Akif’i tam olarak anlamak mümkün olmayacaktır. Akif’i sadece İstiklâl Marşı şairi olarak tanımak, onun hayatı boyunca her türlü zorluğa rağmen sürdürdüğü mücadeleyi görmezden gelmeye sebep olur.

            Mehmet Akif, ülkenin en zor şartlar altında bulunduğu dönemde yaşamış bir dava adamıdır. Ülkenin içinde bulunduğu zor şartları göz önüne alarak üzerine düşen her türlü görevi seve seve kabul etmiş, birçok kişinin göze almakta zorlanacağı işleri gönüllü olarak kabul ederek “Siper et gövdeni dursun bu hayasızca akın” diyerek haykırdığı gibi mücadelenin içinde yer almıştır. Onu Almanya’ya götüren de çöllere düşüren de aynı duyarlı yaşantının bir yansımasıdır.

            Mehmet Akif hakkında yazılan eserlerin hangisini okursak okuyalım o eserden alabileceğimiz çok önemli bir pay vardır. Şairin hakkında yazılan eserlerde onun şairliği ile birlikte mücadeleci kimliğiyle ele alınmış, böylelikle şairin her yönüyle tanıtılması sağlanmıştır. Eşref Edip, Süleyman Nazif, Cemal Kutay, M. Ertuğrul Düzdağ, Metin Önal Mengüşoğlu, Mustafa Özçelik, Vahap Akbaş, Abdurrahman Şen gibi birçok yazarın Mehmet Akif’i anlatan kitabı bulunmakta. Belki de edebiyatımızda hakkında en çok kitap yazılmış yegâne kişi Mehmet Akif’tir. Mehmet Akif’in oğlu Emin Akif Ersoy’un “Babam Mehmet Akif- İstiklâl Harbi Hatıraları” da birinci ağızdan bir anlatım olduğu için dikkate değer bir çalışmadır.

            Mehmet Akif’i anlatan eserler arasında Sezai Karakoç’un “Mehmet Akif” adlı kitabı önemli bir yere sahiptir. Akif hakkında yazılmış eserler hakkında belki hacim olarak en küçüğü Sezai Karakoç’un eseridir ama anlatım, dikkat çekilen hususlar, ayrıntıya girmeden şairin fikir dünyası üzerinde yoğun bir anlatımın olması bu eseri dikkate değer kılmaktadır.  Salt bir biyografi çalışması değildir Karakoç’un kitabı. Şairin “hayatı, inanç ve düşünce oluşumu, savaşı” şeklinde giriş yapılan kitapta şairin hayatı ile birlikte dönemin siyasi olayları, ortaya çıkan düşünce akımları, M. Akif’in bunlara karşı tavrı, Akif’in düşünce dünyasını zenginleştirme gayreti çarpıcı örneklerle anlatılmaktadır. M. Akif’in düşünce yapısının belirlenmesinde etkili olan isimler bu eserde zikredilmekte ve şairin üzerindeki etkileri şairin yaşantısına paralel olarak anlatılmaktadır.

            M. Akif, milli mücadeleye destek veren ve bu mücadelenin millet ruhuna zarar getirmeden sonuçlanması için gayret gösteren bir dava adamıdır. Onun en büyük kaygısı zaferden sonrası içindir. Bu kaygıyı Sezai Karakoç kitabında çok net ifadelerle anlatmaktadır. “ Arka arkaya devrimler yapılır ve Türkiye batılılaşırken Akif’in bu tutuma prensip alarak katılmadığı ve hayal sükûtuna uğradığı bir gerçektir.”(s.26)

            Akif gibi aydın düşünceli bir kişinin yeniliklere neden karşı olduğu da bilinmesi gereken bir gerçektir. Karakoç bunu şu ifadelerle açıklıyor; “Şüphe yok ki Akif, devrimlerin parça parça gerçekleştirdiklerinden çok esprisine, diyalektiğine, karşıydı. Devrimler, Türk halkının geçmişe olan bütün bağlarını koparıyor gibi bir etki yapıyordu,  bir intiba bırakıyordu.” (s.27) Akif gibi özüne bağlı biri için de devrimlere karşı gelmek için bu, çok önemli bir sebeptir.

            Mehmet Akif’in özellikle savaş sonrası kaygıları ve yaşadığı sıkıntılar da Karakoç tarafından açıkça anlatılmaktadır. Çünkü zafer sonrası devrimlerin coşkusuyla Akif adeta unutturulmaya çalışılmış, izlettirilmiş, yaşamını zorlaştıracak bütün yollar denenmişti. Bunlara dayanamayan Akif, Sezai Karakoç’un ifadesiyle kendine “bir sığınak arıyordu.” Bu sığınak Mısır’dı. Mısır’da altı yıl kaldıktan sonra hastalanıp yurda döndükten altı ay sonra vefat eden Akif, gençliğin omuzlarında kendisine sahip çıkacak olanlarla son yolculuğuna çıkmıştır.

            Mehmet Akif, bazı kendini bilmezlerin arada bir onu unutturmak için ortaya çıkardıkları marşın değiştirilmek istenmesi, onu Cumhuriyete düşman gösterilmesi gibi faaliyetlerle baş başa kalan bir dava adamıdır. Fakat şükür ki buna muvaffak olamıyorlar. Sezai Karakoç’un bu zihniyettekilere cevabı çok serttir. Ne zaman unutturulmaya çalışılsa; “ Akif bir kere daha sembolleşiyor ve Akif sevgisi, kara suratlara bir kere daha şamar gibi iniyor.” “Boşuna yaşamadın, boşuna savaşmadın ve boşuna ölmedin.”

            Mehmet Akif’in mücadele dolu yaşantısını okumak ona karşı olan minnet duygularımızı dindirmez belki ama onun adının geçtiği her yerde onu daha çok sahiplenmemiz için onu daha iyi tanımak, hepimize bir borç olmalı. Sezai Karakoç’tan Mehmet Akif’i okumak da farklı bir pencere sunması açısından önemlidir. Çünkü bir dava adamını yine bir dava adamının anlatımından öğrenmek okuyan herkese ayrı bir anlam katacaktır.   



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

BEKİR ABİ DERGİSİ MART 2021